1985 yılının Haziran ayında babamla birlikte çalışmaya başladığımda ofisimiz vilayetin yanında Ankara Caddesi 40 numaradaki iş hanında ikinci kattaki iki büyükçe odadan ve bir de ufacık bir depo alanından ibaretti. Daha önce anlattığım Karaca Ofset çoktan kapanmış, matbaanın işgal ettiği alanlar mal sahibi tarafından başka kişi ve kurumlara kiralanmıştı. Odalardan birinde
babam, diğerinde ise yardımcısı Nimet Tuna [1] ve Ülkü Tamer [2] çalışırdı. Bir de üniversitede veya yüksek lisansta öğrenci olduğu için yanlış hatırlamıyorsam part time gelip yurt dışı yazışmalarda Nimet hanıma yardım eden Tereza hanım vardı. Ülkü ağabeyle bir masayı dönüşümlü kullanıyorlardı diye hatırlıyorum. Bir de Hasan Efendi’miz vardı. Ajansın tüm getir götür işlerini yapan kişi.
Söz ajansın o dönemki çalışanlarından açılmış-ken biraz gerilere gideyim. Babamın kurulu-şundan itibaren yıllar boyunca ajansta sağ kolu olarak çalışan ve özellikle de yurt dışı ilişkileri yürüten yardımcıları oldu. Bunun en önemli nedeni babamın Galatasaray mezunu olduğu için iyi bir Fransızcası olmasına karşın İngilizce-sinin yok denecek kadar az olmasıydı. Biraz onlardan bahsetmek istiyorum. Zeynep Oral’ın bir dönem bu görevi üstlendiğini biliyorum. Galiba kuzinim Maya Karaca bir ara babamla çalışmıştı. Babamın yardımcılığını yapanlardan biri de Deniz Türkali idi. Deniz Türkali yıllar sonra bana ajansta bir türlü çalışma düzeni tutturamadığını, onun dağınıklığından babamın hiç hoşnut olmadığını ama kibarlığından pek de bir şey demediğini, bir aşamada artık kendisi işi yapamayacağını anlayıp “Osman bey ben ayrılayım” dediğinde ajansta hep beraber bir kutlama yaptıklarını kahkahalarla anlatmıştı.
Geçmişte yardımcılarının bir kısmı telif hakları konusunu babamdan öğrenip rakip ajanslar kurdular. İlk dönem yardımcılarından Gülen Ataç, Seher Karabol ile ortak olarak 1974’de Umut Sanat Ürünleri’ni kurdu. Daha sonra bu şirket Ataç’ın ayrılmasıyla Karabol ailesinin oldu ve Seher hanımın eşi Üstün Karabol’un yönlendirmesiyle telif hakları alanından uzaklaşıp sinema ve televizyona yöneldi. Uzun yıllar babamla çalışan Kezban Akcalı 1985 yılında Akcalı Ajans’ı kurdu. Nimet Tuna da bir dönem Kezban Akcalı ile ortak bir çalışma yapmaya karar verip ayrıldı fakat bir
süre sonra ajansa geri döndü. Bir de sözünü etmeden geçemeyeceğim Sofi Lusarar vardı. Babamın Fransızcası gayet iyiydi fakat çok önemli Fransızca yazışmaları taslak olarak yarı Türkçe yarı Fransızca hazırlar, Sofi hanıma gönderirdi. Sofi hanım mektubu hazırlardı. Sofi hanımın Fransızcası olağanüstüydü. Babam farklı Fransız firmalarından “bu mektubu siz mi yazdınız, kim yazdı… bu nasıl bir Fransızca, inanamadık ” şeklinde yorumlar aldığından söz ederdi.
[1] Nimet Tuna, Mehmet Ali Birand'ın ağabeyi Ural Birand'ın eski eşiydi. ONK'tan önce Adam Yayınları'nda Nazar Büyüm ile çalışmıştı. Uzun yıllar babamla birlikte çalıştılar. Nimet hanımı 2013 yılında babamın vefatından iki ay kadar önce kaybettik.
[2] 1937 doğumlu olan Ülkü Tamer İkinci Yeni şiir akımının önde gelen temsilcilerinden biriydi. Şairliği yanında gazetecilik, senaristlik, yayıncılık ve hatta oyunculuk da yapmıştır. ONK Ajans'ın ilk elemanıdır. Osman Necmi Karaca ile 1960 yılında tanışmış ve çeşitli çeviri ve yazılarla ajans bünyesinde görev almaya başlamıştır. 1988 yılına kadar ajansın çeşitli dönemlerinde bulunmuş, arada başka kuruluşlarda da yöneticilik yapmıştır. Ülkü Tamer'i 2018 yılında Bodrum'da kaybettik.
Bu satırları okuyan gençler yukarıda kullandığım “mektup” kelimesini yadırgayabilir ama hem yurt içinde hem yurt dışında kurumlar arasında iletişim mektup ile kurulmaktaydı. Ajansın Sirkeci Büyük Postane’de bir posta kutusu vardı. Hasan Efendi her gün oraya gider, gönderilen mektupları postalar, sonra kutumuza gidip anahtarıyla açar, gelen postaları alır ve ajansa getirirdi. İşlerin nasıl bir tempoyla yürüdüğünü bugün düşününce ben bile hayret ediyorum, gençlerin anlaması hiç mümkün değil muhtemelen. Tabii çok acil iletişim ihtiyaçları da olmuyor değil. O zaman devreye telgraf girermiş. Ben mektupla beraber artık teleks [3] de kullanılmaya başlandığı dönemde ajansa katılmıştım. Hafızam beni yanıltmıyorsa ben başlamadan kısa bir süre öncesine kadar çekilecek teleks mesajları da ajansta yazılır ve Hasan Efendi Büyük Postane’de bunları çektirirdi. PTT'nin sağladığı böyle bir hizmet vardı. Gelen teleks mesajları da normal postalarla birlikte alınır ve ajansa
getirilirdi. Sanırım ben başladığımda ajansta artık bir teleks makinemiz vardı. Teleks çekileceği zaman önce mesajı yazardınız, aygıt bunu bir şeriti delerek hazırlardı. Sonra şeridi makineye takıp karşı tarafın cihazıyla bağlantı kurar ve aygıtın şeridi okumasını ve bu şekilde mesajın hızla karşı tarafta kağıda dökülmesini sağlardınız. Nadiren, gerekli olduğu zaman iki taraf makinenin başına oturup doğrudan da karşılıklı yazışabilirdi.
Dönelim Ankara Caddesi 40 numaradaki ofisle ilgili diğer ayrıntılara. Her taraf doğal olarak kitap doluydu ve içeri girdiğinizde hiç değişmeyen bir kağıt ve kitap kokusu sizi karşılardı. İş hanının girişinde bir çay ocağı bulunuyordu. Merdiven boşluğunda en üst kattan çay ocağının bulunduğu zemin kata kadar uzanan bir ip onun da ucunda bir zil vardı. Misafir mi geldi, örneğin kahve mi ikram edeceksiniz çıkardınız bulunduğunuz katın sahanlığına ipi şöyle bir sallardınız, zemin katta zil çalardı. Aşağı bakardınız, çay ocağındaki görevli de yukarı bakardı boşluktan. Seslenirdiniz “ONK Ajans’a bir az şekerli bir sade kahve”… Önce aşağıdan “Tamaaaam” sesi gelirdi ve siz içeri girdikten beş on dakika sonra da kahveler. Biz o binadan taşınmadan bu iptidai yöntemden diafon sistemine geçildi diye hatırlıyorum ama çok da emin değilim.
Ben gelince ofisin babamın oturduğu bölümüne bir tane daha ek masa koyuldu ve ilk bilgisayarımızı aldık. NCR marka, 64 kilobyte hafızası olan, iki floppy diskle çalışan bir bilgisayar. Disklerden birinde programlar olur, diğerine de datalar kaydedilirdi. Feci gürültülü bir yazıcımız vardı. Tanıdıklar vasıtasıyla bulunan ismini hatırlamadığım bir yazılımcıya basit bir veri tabanı hazırlattırılmıştı. Amaç ajans bünyesindeki tiyatro oyunları ve kitapları buraya girmekti. O döneme kadar ajansta bulunan her kitabın, her tiyatro oyununun içinde bir kart bulunurdu. Bir yayınevi veya tiyatrocu okumak için o eseri aldığında hemen kart çıkarılır, daktiloyla hangi tarihte kitabın kime verildiği işlenirdi ve dışarıya giden eserler kutusunda kart saklanırdı. Herhangi bir durumda hangi eserin kimde okumada olduğu veya uzun süredir iade edilmediği bu şekilde takip edilirdi. Şimdi bütün bunları bilgisayar teknolojisiyle takip etmek mümkün olacaktı. Elbette en genç ve bilgisayar kullanmaya en yatkın kişi olarak ofisteki ilk işim yeşil ekranlı bilgisayara veri girişlerini yapmak oldu. Öte yandan tiyatro haklarıyla ilgili bana öğretilenleri yapıyor ve televizyonla ilgili çalışmalarda Ülkü Tamer’e yardım ediyordum.
Ajansla aynı katı paylaşan bir kuruluş da Can Yayınları'ydı. Yayınevinin kurucusu Erdal Öz sık sık bizim ofisimize gelir, babamla, Ülkü Tamer ile sohbet eder haklarını araştırmakta olduğu bir çok yazar ve eserle ilgili de Nimet Tuna ile istişarede bulunurdu. İş hayatıma başladığım bu ofiste çalışırken hem ajans tarafından temsil edilen yazarların hem de Bâb-ı Âli [4] yokuşunda çeşitli işlerini yaptıktan sonra Sirkeci'ye doğru inerken ajansa uğrayan çok önemli isimlerin ziyaretlerine de tanık oluyordum elbette. Bunların başında Aziz Nesin ve Vedat Türkali gelirdi. Aziz Nesin babamın gazetecilik yıllarından bu yana çok eski bir dostuydu ve ajans tarafından temsil edilirdi. Aziz Nesin'i bir çok kez evimizde de ağırlamışızdır. Gerek evimize geldiğinde gerekse ben çalışmaya başladıktan sonra ajansa yaptığı ziyaretlerde bu usta yazarın sohbetini dinleme şansına sahip olmam kuşkusuz bir ayrıcalıktı. Vedat Türkali de o dönemde ajans tarafından temsil edilmese dahi sık sık bizi ziyaret ederdi. Vedat Türkali'nin asıl adı Abdülkadir Pirhasan'dır. Babam kendisine "Abdülkadir bey" diye hitap ederdi. Kahvesini içer, babamla biraz edebiyat ve yayın dünyasından konuşurlar, çokça da günün siyaseti üzerine sohbet ederlerdi. Gençlik yıllarımda tanık olduğum ve zihnimi aydınlatan sohbetlere bir örnek de sanırım her ay bir defa olmak üzere bizim ofisimizde yapılan Tiyatro Yazarları Derneği yönetim kurulu toplantılarıydı. Refik Erduran, Recep Bilginer, Turan Oflazoğlu, Güngör Dilmen, Tarık Buğra, Haşmet Zeybek, Tuncer Cücenoğlu gibi isimleri hatırlıyorum. Bir araya geldiklerinde tiyatro dünyasının sorunlarını, özellikle ödenekli tiyatrolarla ilişkileri konu edindiklerini ama sonrasında da mutlaka ülke sorunlarının, siyasetin de konuşulduğu toplantıları hatırlıyorum.
Şimdi biraz ONK'un yayın ve tiyatro dünyasından televizyona bir geçiş yapalım. İlk bölümde anlattığım gibi 1973 yılında televizyon işimiz başladıktan bir süre sonra Ülkü Ağabey babama “bunu ONK’tan ayrı bir marka adı altında yapalım Osman bey” demiş. Malum ONK Osman Necmi Karaca’nın kısaltması. Ülkü ağabey televizyon işleri de Mehmet, Ali Şevket ve Güler’in isimlerinden oluşsun diyor. Ve MAG TV markası böylece benim kardeşimin ve annemin isminden doğuyor, sonra ayrı bir şirket oluyor ve yıllar içinde bugün kullandığımız MAG Media ismine evriliyor.
Benim başladığım dönemde MAG TV’nin portföyüne Columbia Pictures’tan sonra bir çok firmanın temsilciliği eklendi [5]. Columbia majör Hollywood stüdyolarından birini daha temsil etmemize izin vermiyordu sadece. Elbette ülkedeki tek yayın kuruluşu olan devlet televizyonu TRT’ye satış yapıyorduk yalnızca. Babamla çalışmaya başladığımda aslında henüz hangi yönde bir kariyer planlaması yapacağımı bilmediğimi yazmıştım. Televizyon haklarının satışını yaptığımız diziler, sinema filmleri, animasyonlar, belgeseller kısa sürede çok ilgimi çekmişti. Boş zaman buldukça firmaların kataloglarını inceliyor, ders çalışır gibi elimizde ne var ne yok adeta ezberliyordum. Özellikle de Columbia Pictures’ın dizi ve sinema filmleri kütüphanesine kısa sürede çok hakim duruma gelmiştim. Ayrıca abone olduğumuz Variety, The Hollywood Reporter, Screen International gibi dergilerden bu iş kolunda dünyada ne oluyor ne bitiyor öğreniyordum. Avrupa ülkelerinde peş peşe özel televizyon kanalları açılıyor devletlerin elindeki yayın tekelleri sona eriyordu. Bu gelişmelerin Türkiye’de de yaşanması kaçınılmazdı. Turgut Özal ve ANAP’ın [6] ilk hükümet dönemiydi ve ülkede tabulaşmış, kimsenin el atamadığı bir çok konuda radikal değişimler hızla, hatta zaman zaman oldu bittiye getirilerek yıldırım hızıyla hayata geçiriliyordu. Dolayısıyla birkaç sene içinde de TRT tekelinin biteceğini ve televizyon yayıncılığının bambaşka bir boyuta geçeceğini öngörmek çok zor değildi. Sanırım konuya ilgim ve endüstriye dair öngörüm geleceğimle ilgili düşüncelerimi şekillendirmişti.
[3] Teleks, faks cihazı ofislere girene kadar özellikle 1970'li ve 80’li yıllarda yaygın bir şekilde kullanılan iletişim aygıtı.
[4] Bâb-ı Âlî Osmanlı Devleti döneminde sadrâzam sarayına verilen isimdir. Arapçada, "kapı" anlamındaki bâb ile Farsça -ı tamlaması , Arapça yüce anlamındaki âlî ile birleştirilmiş ve Osmanlıca'ya böyle bir sözcük girmiştir. Burası günümüzde İstanbul Valiliği olarak kullanılmaktadır. Sirkeci'den başlayıp buraya kadar uzanan ve Cağaloğlu'na devam eden yokuşa da Bâb-ı Âlî yokuşu denirdi.
[5] Granada Television, Thames Television, Anglia & Yorkshire televizyonlarının dağıtımcısı ITEL, Gilson International, New World, NBD Pictures, Jim Henson’un HIT firması hemen hatırlayabildiğim firmalar.
[6] 1983 yılında Turgut Özal tarafından kurulmuş olan eski siyasi parti. 1983'ten 1991'e kadar aralıksız olarak tek başına iktidarda kalmıştır,
Geleceğimi gördüğüm televizyon alanındaki temsilcilik işimizde ustam Ülkü Tamer’di. Ona ayrı bir paragraf açmam gerek. Hiç kuşkusuz Türk Edebiyatı’nın en önemli şairlerinden biriydi. İleri yaşlarında maalesef hayat şartları yüzünden kaybettiği, ancak birlikte çalıştığımız yıllarda hemen göze çarpan çocuksu, yerinde duramayan bir tarafı vardı. Renkli kişiliği, girişkenliği olağanüstü entellektüel birikimiyle yurt dışındaki muhataplarımızı etkilemesini gözlemlemek müthişti ve bana iş hayatında insan ilişkileri bağlamında çok şey öğretmiştir. Robert Kolej’de okuduğu yıllarda tiyatroyla ilgilenmiş; hatta Haldun Taner’in yazdığı Yalçın Tura'nın müziklerini yaptığı Keşanlı Ali Destanı’nda Manyak Cafer’i oynamış. Fakat hep “kötü oyuncuydum” diye anlatırdı. Ülkü Tamer, müthiş bir sinemaseverdi. Sinema sevgisi çocukluğunda daha Gaziantep’teyken başlamış. 2005 yılında vizyona giren ve başrolünde Kadir İnanır’ın oynadığı, sinema meraklısı küçük bir çocukla, şehrin sinema salonunun sahibinin ilişkisini anlatan “Sinema Bir Mucizedir” adlı film Ülkü Tamer'in gerçek yaşamından hareketle yazdığı öyküden senaryolaştırılmıştır. Milliyet Yayınları’nda çalıştığı bir dönem, bir şekilde gazetenin genel yayın müdürü Abdi İpekçi’yi ikna edip Fellini’nin "Amarcord" filmini Türkiye’ye getirip vizyona sokmuş olması da Ülkü Tamer'in sinema aşkının en çarpıcı örneğidir. Birlikte olduğumuz zaman diliminde bana sürekli dünya sinemasını bilmenin önemini anlatmış, beni yönlendirmiştir. Ülkü ağabeyden işi öğrenmek elbette çok değerliydi, ama renkli kişiliği ve sanatçı yönüyle de unutulmaz anılar biriktirmeme neden oldu. Örneğin Bâb-ı Âli yokuşundaki ofiste yaşadığım ve unutmadıklarım arasında bir dönem sabahları babamla ofise girdi-
ğimizde Ülkü ağabeyin Zülfü Livaneli için Mikis Theodorakis’in şarkılarına söz yazmasına tanık olmamızı sayabilirim. Sabah çok erken gelirdi; han açılır açılmaz ilk o girerdi, odacımız Hasan Efendi’den bile önce. Biz gelene kadar 2-3 saat yalnız çalışırdı. Livaneli hazırladığı albüm için ondan söz yazmasını isteyince sanırım sabahın bu sessiz saatleri en verimli çalıştığı zamanlar oldu. Bir ITT Schaub Lorenz marka kasetçaları vardı masasının üzerinde. Onunla Mikis Theodorakis’in parçalarını dinliyor ve Türkçe sözleri yazıyordu. Bir sabah ofise girdiğimizde “bakın bakın nasıl olmuş, bu sabah yazdım” diyerek “Güneş Topla Benim İçin”i bize dinlettiğini gayet iyi hatırlıyorum.
Ülkü Tamer babamla anlaşması gereği sabah erkenden gelip öğlene kadar işlerini toparlardı. Öğleden sonra “Ben kaçıyorum Osman Bey,” der ve giderdi. O romantik sanatçı adamın bambaşka merakları vardı. At yarışlarına meraklıydı; yarış günleri ofisten çıkmadan bültenleri açar, çalışmaya başlardı. Bazan bir iki telefonla tüyo alır, sonra Beyoğlu’na gider, orada kupon yapardı. Yeşilçam’da çok dostu vardı. Artistler kahvesine takılmayı, iskambil oynamayı, dostlarıyla sohbet etmeyi çok severdi.
Yurtdışındaki fuarlara gittiğimizde de ufak ufak miktarlarda kumar oynamaya bayılırdı. 80’li 90’lı yıllarda Şubat aylarında katıldığımız Monte Carlo Television Market o zamanki adıyla Loews Otel’de yapılırdı. Otelin giriş katında 24 saat açık bir casino vardı. Üst katlarda odalarda kurulu firma standlarında toplantılarımızı bitirdikten sonra lobby’e inip bir sonraki toplantının saatini beklerken “Ben biraz gidiyorum” der, soluğu makinelerin başında alırdı. Kaybettiği zaman sesi pek çıkmaz, ama kazandığında “Şu kadar attım, şu kadar kazandım,” diye ballandıra ballandıra anlatırdı.
Babamın kadim dostuydu. İlerleyen yıllarda çok sevdiği Bodrum’a yerleşti. Hem kendi, hem eşi çeşitli sağlık sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldılar. Hayatının son dönemi zorluklarla ve biraz tatsız geçti ve 1 Nisan 2018’de vefat etti.
İş hayatına başladığım dönemde hayatıma giren ve bugün artık aramızda olmayan bir kişiden daha bahsetmem gerekir. O da benim ilk eşim Berna. Berna İstanbul Üniversitesi’nde Arap-Fars Filolojisi’nde okuyordu. Nimet Tuna’yı da oturduğu Kalamış’taki mahalleden tanıyormuş. Ajansta
gelen kitapların, oyunların bir düzen içerisinde ele alınabilmesi, dosyalama vb. işler için bir stajyer görevlendirmeye karar verildiğinde Nimet hanım Berna’ya önermiş o da kabul etmiş. Ben o yaz işe başlamadan önce Berna okuldan çıkıp gelmeye ve bu işlere yardım etmeye başlamış. Ben yeni tanıştığımız bilgisayara veri girişi yaparken bana yardım ederdi. Aynı masada yan yana otururduk, o kitabın adını yazarın ismini vs. okur bana söyler, ben bilgisayara girerdim. Aynı yaştaydık. Hemen flört etmeye başladık. İki metre ötede oturan babamın varlığına rağmen bilgisayarın başında bir yandan çalıştığımızı bir yandan da kıkır kıkır gülüp eğlendiğimizi hatırlıyorum. Dört beş sene flört edip evlendik. Maalesef evliliğimiz yürümedi ve bir kaç yıl sonra ayrıldık. 2017 yılında daha henüz 55 yaşındayken ne yazık ki daha önce atlattığı kanser tekrarlayınca kendisini kaybettik.
Bir sonraki bölümde biraz da benim ajans katılmamın da etkisiyle babamın çok uzun yıllar sonra Cağaloğlu ve Bâb-ı Âli ile vedalaşması ve Gümüşsuyu'ndaki ofise geçmemizle başlayan dönemi anlatacağım.
Comments