Bâb-ı Âli yokuşundaki küçük ofiste zaman zaman aynı anda 5-6 kişi birden olmaya başlayınca, bir de arada toplantı için gelen misafirler olunca kıpırdayacak bir adımlık yer kalmıyordu. Acaba yeni bir yer baksak mı, taşınsak mı konusu ajansın gündemine yerleşti. Ancak henüz bu konuda bir adım atmamıştık ki, Ülkü Tamer bir gün büyük bir heyecanla bir yer bulduğu haberini getirdi. Hepimizin
video kulüplerinden VHS kasetlerde film kiraladığı dönemdi. Ülkü Tamer’in oturduğu Gümüşsuyu’nda cadde üzerinde bir binada ikinci katta VIP Video diye bir video kulüp varmış, gidip gelirken buranın karşı dairesinin boş olduğunu farketmiş ve VIP Video’da çalışanlara sormuş. Onlar da karşı dairenin kiralık olduğunu hatta o kattaki her iki dairenin mal sahibinin aynı olduğunu söylemişler ve soralım demişler. Olumlu cevap gelince, hep beraber görmeye gittik. Söz konusu daire önce İTÜ’nün yanından ve sonra askeri hastanenin önünden devam edip Taksim meydanına,
AKM'nin önüne çıkan İnönü Caddesi’nde 31 numaradaki Park Palas Apartmanı’ndaydı. Daha sonra birilerine tarif verirken hep söyleyeceğimiz gibi Varan’ın karşı köşesi Kâmil Koç’un üstü ikinci kattaydı. Her katta iki daire vardı. Caddeye bakan daireler daha büyük, yan sokağa ve arkadan Atatürk Kültür Merkezi’nin bahçesine bakan daireler daha ufaktı. İkinci katta büyük dairede VIP Video vardı, küçük olan diğeri de bizim bakacağımız boş daireydi. Burası ikisi iç içe geçmiş dört ufak odadan ibaret olan 90 metrekare büyüklüğünde bir daireydi [1]. Oldukça kötü vaziyetteydi. Ciddi bir masraf gerektiriyordu. Yine de merkezi konumu ve çalışma koşullarımızda bir miktar da olsa rahatlama sağlayacağı düşünülerek taşınma kararı verildi. Dairede hummalı bir dekorasyon çalışması yapıldı, her yer yenilendi, pırıl pırıl yapıldı ve 1986 yılının sonuna doğru babam çok uzun yıllar her gün gidip geldiği Cağaloğlu’na ve 24 senedir çalıştığı binaya veda etti. Artık ONK Ajans Taksim Gümüşsuyu’ndaydı.
[1] Ben o ofisten ayrıldıktan yıllar sonra bir ara karşı daire boşaldığında, mal sahibiyle anlaşıldı ve ön cephedeki daireden bir oda ajansın bulunduğu diğer daireye ilave edildi. Böylelikle ofis büyüdü, oda sayısı 5’e çıktı.
Ülkü Tamer ile artık paylaştığımız bir odamız vardı. Ülkü ağabey yavaş yavaş işleri bana paslıyordu. Henüz çok alıcılı bir piyasanın oluşmasına üç dört sene vardı. Columbia ve diğer bir çok yabancı şirketin temsilcisi olarak satışlarından sorumlu olduğumuz dizi, film, belgesel, konser ve her türlü program için tek alıcı TRT Kurumu’ydu. Kurumun televizyon dairesine bağlı olarak tüm alım kararları dış kaynaklar müdürlüğü tarafından verilirdi. Ben çalışma hayatına başladığımda Faruk Bayhan bir süredir o görevdeydi. 1973 yılında bizimkiler TRT ile iş yapmaya başladığında Faruk bey TRT’de genç bir asistanmış. İleriki yıllarda müdürlük görevine getirilmiş. TRT’de o yıllarda siyasetin de etkisiyle sık sık genel müdür değişikliği olmasına ve buna bağlı zincirleme daire başkanlarında da değişiklikler yaşanmasına ve daha da ilginci hiç yabancı dili olmamasına rağmen Faruk Bayhan hem bu görevi
yıllarca sürdürdü hem de daha sonra programlama görevini de üstlenerek TRT kanallarının yayın akışını da düzenleyen kişi oldu. Dışardan bakıldığı zaman kendisini tanımayanlar için özellikle yabancı dili olmaması tuhaf bir durum olarak algılanabilir. Fakat Faruk Bayhan hem müthiş bir önseziye sahiptir, hem de Türk insanını ve aile yapısını, nelerden keyif aldığımızı, hangi değerlere dikkat edilmesi gerektiğini çok iyi bilir. O yıllarda Cannes, Monte Carlo, Londra gibi şehirlerde yapılan marketlerde özellikle yeni diziler firmaların standlarında video kasetlerden alıcılara sunulurdu. Biz hazırlık yapardık, sonra TRT ekibi örneğin Columbia Pictures’ın standına gelir oturur, biz de yeni şu diziler var diyerek kasetleri video oynatıcıya takar izletirdik. Ben o yıllarda genç ve asistan pozisyonunda olduğumdan başlarda Ülkü ağabey anlatırdı, daha sonraları bu görevi bana devretti. Önceden dersimi çalışır, dizi örneğin Amerika’da çok ilgi görmüşse, bununla ilgili bilgi aktarır, dizide şu oyuncular oynuyor, şu olaylar oluyor, diye anlatırdım. Faruk bey bakar, biraz izler, “Bu bunun karısı mı?” veya “öteki sevgilisi mi?” “Bu nedir şimdi? Ne iş yapıyor bu adam?” diye sorar, bir iki yerde diyalogları tercüme ettirir, ardından da, ya “tamam biz bunu on üç bölüm alalım, bir bakalım; iyi giderse devamını alırız,” ya da “bu bizde olmaz, geç bunu” derdi. Columbia Pictures bir market sırasında örneğin dört veya beş yeni diziyi uluslararası pazara sunuyorsa Faruk bey bunları üçer beşer dakika izleyip; bu olur, bu olmaz diye karar verirdi. Elbette her gittiği standda yayın tekeline sahip kurumun yetkilisi olarak hiçbir rekabetle karşılaşmadan seçim yapma özgürlüğüne sahipti. Bu büyük bir lükstü. Ancak yine de başka ülkelerde ses getirse bile bizim seyircimizin gerçekten benimsemeyeceği dizileri hemen ayıklamayı bilirdi. Bazan da yurt dışında önemli bir popülarite yakalamamış olsa bile dikkatini çeken bazı dizileri hemen alır ve o diziler de gerçekten bizde büyük ilgi görürdü.
O yıllarda sözünü ettiğim fuar ve marketlere giden televizyoncular ve temsilci şirketler değişmezdi. Faruk Bayhan’ın o dönemde iki yardımcısı olduğunu hatırlıyorum. Beyhan Karadağ ve umarım soyadını doğru hatırlıyorumdur Alev Demirci. İşe başladığım yıllarda TRT genel müdürü Tunca Toskay idi ve onunla birlikte uzun yıllar Mehmet Turan Akköprülü televizyon daire başkanlığı görevini sürdürdü. Mutlaka her yurt dışı seyahatte TRT ekibinin başında olurdu. Faruk bey ve en az bir yardımcısı dışında o dönemin drama müdürü Ekrem Çatay ve müzik ve eğlenceden sorumlu yönetici Adem Gürses ekibin değişmez üyeleriydi. Bu ekip genelde yabancı firma standlarını dolaşır, toplantılara katılırdı. Ancak TRT’nin bir de satış ekibi vardı ve özellikle Cannes’daki Mipcom ve Mip TV adlı marketlerde açtıkları standlarda kurumun ürettiği çeşitli film, dizi ve programların yurt dışı satışını yapardı. Bu ekibin başı da her zaman kendisine uğrayıp sohbet etmekten büyük keyif aldığım Sedat Örsel’di. Elbette, o dönemde ülkemizde üretilen film ve programları yurt dışına pazarlamak o kadar kolay bir iş değildi. Hem teknik hem içerik olarak uluslararası standartların çok gerisinde olduğumuz bir dönemdi. Ancak Sedat bey ve ekibi etkileyici bir çalışmayla, sınırlı bir katalogdan yabancı ülkelerin televizyon kanallarına bir çok satış gerçekleştiriyorlardı.
Bizim gibi TRT ekibinin sürekli peşinde koşturup, onları firmalarımızın standlarında ağırlamaya ve satış yapmaya çalışan temsilciler de her markette aynı isimlerdi. Başta Warner Bros. olmak üzere çeşitli firmaların temsilcisi Ümit Atay ve o zamanki eşi Yasemin hanım. Üstün ve Seher Karabol ‘un aile şirketi [2] Umut Sanat Ürünleri firması. Filma’nın sahibi Güner Sarıoğlu. Her geçen yıl temsilcilik veya alım-satım yaparak endüstride faaliyet göstermeye başlayan firmaların sayısı arttı elbette. Loni Farhi’nin SPI firmasını, Fatih Oflaz’ın Medyavizyon adlı şirketini, Aydan Okyar’ın kurduğu Sera Film’i benim ilk yıllarımda piyasaya giren firmalar olarak hatırlıyorum. Bir de tabii başlangıçta ağırlıklı olarak spor haklarına yönelen Sadettin ve Kenan Saran kardeşler ve onlarla ortak olan Ahmet Nakkaş aklıma geliyor.
TRT 1984 yılında önce belirli saatlerde hemen ardından tamamen renkli yayına geçmiş, 1986 yılında da ikinci kanal TRT2 devreye girmişti. Yabancı kaynaklı film ve programlara ihtiyaç artmıştı. Elimizdeki ürünlerin pazarlaması ve satışı ya belirttiğim gibi yurt dışında düzenlenen marketlerde ya da bazan Ankara'ya gidilerek Faruk Bayhan ve ekibini TRT’nin Kavaklıdere’deki genel müdürlük binasında ziyaret ederek yapılırdı. Çok geniş bir ürün yelpazesinden söz ediyorum. Dönemin gişe filmleri ve popüler dizileri, doğa belgeselleri, gezi programları, reality showlar, animasyonlar, klasik müzik, rock ve pop konser kayıtları, hatta bale, opera performansları gibi TRT kanallarında yayın akışında kullanılabilecek her türlü yabancı kaynaklı programın satışını yapabilmek için çalışıyorduk. Rekabet hem temsilciler arasındaydı, hem de TRT ile aracısız çalışan yabancı firmalarlaydı. Bazı yabancı dağıtım firmaları hiçbir ülkede temsilci kullanmamakta, her ülkede yayıncılarla doğrudan çalışmayı tercih etmekteydi. O yıllarda sayıları çok sınırlı olan temsilci firmalar arasında bir tür “centilmenlik anlaşması” vardı. Kimse kimsenin temsil ettiği firmalara bir yaklaşımda bulunup “sizi ben temsil edeyim” diye girişimde bulunmazdı, herkesin birbirine olağanüstü saygısı vardı. Eğer bir yabancı firmayla temsilci arasındaki ilişki ortaklaşa veya taraflardan birinin iradesiyle sona erdirilirse o takdirde diğer temsilciler devreye girerlerdi. Sanırım bu herkesin çok dikkatli davrandığı dönem 90’lara kadar sürebildi. Eskiler yine dikkatli davranmaya özen gösterdiler ama piyasaya yeni girenler çok daha agresif bir çalışma yolunu seçtiler. Bugün olduğu gibi o dönemde de zaman zaman yabancı firmaların birbirlerini satın aldığı ya da birleştikleri durumlar oluyordu. Bu durumda iki farklı firma tarafından temsil edilen kataloglar birleşiyordu ve temsilcilerden biri devreden çıkmak zorunda kalıyordu. Bazan yeni düzende şirket bünyesinde kimin Türkiye satışlarından sorumlu olacağı temsilci olarak da kimin devam edeceğini belirliyordu. Genellikle şirketlerden daha büyük olanının düzeni hâkim oluyordu. Bazan nasıl bir karar verileceğini merakla beklediğimiz farklı durumlar da meydana geliyordu. Örneğin Columbia Pictures stüdyoları Sony tarafından satın alındıktan sonra TriStar stüdyoları ile birleştirildi. TriStar’ın dağıtım şirketi Televentures’ın elindeki tüm katalog da Columbia’ya geçmişti. Televentures’ın başındaki yönetici Ray Lewis ve yardımcısı Liz Harker o zamana kadar Türkiye’de Umut Sanat Ürünleri ile çalışmışlardı ve bu birleşimin bir sonucu olarak bizim de içinde bulunduğumuz bazı ülkelerden sorumlu sıfatıyla Columbia’ya geçtiler. Büyük şirket küçüğü bir anlamda yöneticileriyle birlikte yutmuştu. Bu durumda genişleyen Columbia Tristar kataloğunun satışlarından biz sorumlu olmuş ve Ray Lewis ile çalışmaya başlamıştık. Elbette bunun tam tersini yaşadığımız da oldu ve bu tür birleşmeler veya satın almalar sonucu kaybettiğimiz firmalar da olmuştu.
1980’lerin sonuna kadar yabancı film ve televizyon alanında temsilcilik yapanlar anlattığım gibi bir avuç insandı. Aslına bakarsanız uluslararası pazar da çok ufaktı. Bugün örneğin Cannes’daki her Mipcom televizyon marketine endüstriden binlerce Türk katılmakta. Bu ekiplerde yer alan arkadaşlar Cannes’da artık birbirine bağlı birkaç büyük binadan oluşan Palais des Festival [3] kompleksindeki ve yetmeyip dışarı kurulan büyük çadırlardaki firma standlarında toplantılar yapıyorlar. Zaten eskiden sadece bazı Hollywood stüdyolarına özgü olan dev standların benzerleri artık uluslararası pazarda önemli bir oyuncu haline gelen Türk dağıtımcılara ait oluyor. Ben 1986 yılının Nisan ayında ilk kez Cannes’a Mip TV marketine gittiğimde Palais des Festival ana binası daha çok yeniydi. Binanın giriş katındaki ufak bir bölüm ve girişin hemen altında standların kurulduğu büyük salon dışında hiçbir yerde stand yoktu. Batı Avrupa ülkelerinde özel televizyon yayınları başlamıştı ama dünyanın bir çok ülkesinde Türkiye’de olduğu gibi yayın tekelleri devam ediyordu ve dolayısıyla alıcı sayısı devlet televizyonları ve onların yöneticileriyle sınırlıydı. Dolayısıyla da bir iki market sonrasında dünyanın dört bir yanından hatırı sayılır sayıda televizyon profesyonelini en azından simâ olarak tanıyabildiğiniz, bugünle kıyaslanamayacak oranda sınırları dar bir uluslararası televizyon endüstrisi vardı. Yıllar geçtikçe önce üst katlarda da yeni alanlar açıldı, sonra ek binalar yapıldı ve en sonunda dışarıda kurulan ek çadır standlarla market büyüdükçe büyüdü.
[2] Benden bir iki sene sonra Üstün ve Seher Karabol’un kızları Nida ve oğulları Yusuf da aile şirketinde çalışmaya başladılar. İleriki yıllarda bugün Üstün ağabey ve Seher abla gibi ne yazık ki artık aramızda olmayan Ziya Temeltaş bir dönem Karabol ailesiyle birlikte çalıştı.
[3] Fransa'nın Cannes şehrindeki Palais de Festival hem Mayıs aylarındaki Cannes Film Festivali’nin, hem televizyon marketlerinin hem de çeşitli başka fuar ve etkinliklerin düzenlendiği kongre binası. Ben yetişemedim ama hem film festivali hem de televizyon marketleri 1982 yılına kadar bugün JW Marriott otelinin olduğu yerde bulunan eski Palais des Festival binasına yapılırmış.
Gerek marketlerde gerekse yurt içindeki toplantılarda siparişi alınan film ve programlar için hemen yurt dışından sözleşme talep edilirdi. Gelen sözleşmeyi TRT’ye yollardık fakat o sözleşmeler bir türlü imzalanıp geri gelmezdi. Faruk Bey’in hem kendince bir iş programı vardı hem de sanırım kurum içi dinamikleri takip edip uygun zamanda alımları resmileştirirdi. Sözleşmeler imzaya gidip bir türlü geri gelmeyince biz de diğer temsilciler de gerilmeye başlardık. Yabancı firmaya siparişin alındığı bildirilmiş, sözleşme istenmiş ama bir türlü imzalanmadığı için satış henüz resmiyet kazanmamış olurdu. Eninde sonunda sözleşmeler bir şekilde imzalanırdı; ama kendi kendine olmazdı bazan. Telefon çalardı, açardım, karşımda Faruk Bayhan. “Mehmet… şu sizden aldığımız beş film var ya, onlara biz iki gösterim hakkı almışız, birer gösterim hakkı daha verirseniz ben de diğer bekleyen sözleşmeleri imzalayayım” derdi; biz de yeter ki imzalar atılsın diye yabancı firmalarla hemen konuşur kabul ettirirdik. Yayın tekelinin olduğu bir piyasa vardı dolayısıyla tek alıcı endüstrinin kralıydı, işin doğası gereği gerilseniz de kızsanız da yapacak pek bir şey yoktu.
Sözleşmelerin imzalanmasının ardından bugün bir düğmeye basarak internet üzerinden bilgisayara indirilen yayın kopyaları yabancı şirketin merkezinden TRT Kurumu’na kargoyla gönderilirdi. Ya 16 veya 35 mm film ya da 1 inch bant olarak. 3/4 inch boyutunda U-matic diye adlandırılan bir format da vardı ama pek tercih edilmezdi yayın kalitesi açısından. Henüz Betacam olarak bilinen ve önce analog sonra digital olarak kayıt yapılarak uzunca bir süre kullanılacak olan 1/2 inch boyutundaki yayın bandı formatı ortada yoktu. Yayın malzemeleri genellikle Türk Hava Yolları’nın kargo hizmetiyle gelirdi. İlk yıllarımda bu tür bir yükleme yapıldığında, malzemenin geldiği konşimento numarasının bize mektupla bildirildiğini bizim de bu bilgiyi yine mektupla Ankara’ya TRT Dış Kaynaklar Müdürlüğü’ne ilettiğimizi gayet net hatırlıyorum. Bugünden bakınca işin nasıl ve hangi tempoyla yürüdüğünü göstermesi açısından ilginç olsa gerek. Daha sonraki dönemlerde bu bilgi akışı elbette teleks ve faks yoluyla yapılmaya başlandı.
TRT elbette her şeyden önce bir okuldu. İlk döneminde yurt dışında BBC gibi kuruluşlarda yayıncılığın çeşitli alanlarında eğitim almış çok değerli kadrolara sahipti. Fakat öte yandan bir düzensizlik, organizasyon eksikliği dikkatinizi çekiyordu. Nedenini tam bilemiyorum, herhalde TRT bir kamu kuruluşu olduğu için nitelikli eleman sayısı yetersizdi. Ayrıca sanırım siyaset sürekli kuruma el attığından yönetimlerin uzun vadeli bir planlama ve organizasyon yapabilecek ömürleri olamıyordu. Film ve programlar demin sözünü ettiğim gibi genellikle bant olarak geliyor fakat, dublaj yaparken kullanılan müzik ve ses efektleri ise sıklıkla 16 milimetre olarak gelirdi. İleriki yıllarda Betacam bantların bir kanalına yerleştirilecek olan M&E Track ya da enter bant olarak adlandırılan bu malzemeler ayrı ayrı ve farklı formatlarda gelince bunları eşleştirmek gerekirdi ve bu sıkıntılı bir süreç olurdu hep. Faruk bey zaman zaman “Falanca filmin kendisi geldi M&E Track gelmedi, göndermemişsin,” der, söylenirdi. Halbuki gönderilmiş, ulaşmış, gümrükten çekilmiş, elimizde sevkiyat bilgileri, konşimento numarası var, gelmemesi mümkün değil. Ankara’ya gidildiğini, gelmemiş denilen malzemenin dış kaynaklara ait bir odada örneğin bir iskemlenin tekinin altında bulunabildiğini biliyorum. En sıkıntılı durumlar bir de lisans süresi bittikten sonra bu yayın malzemelerinin yurt dışına firmaya iade edilmesiyle ilgili olarak ortaya çıkıyordu. Firmalar iade edilen malzemelerin oldukça hor kullanıldığını, büyük zarar gördüğünü, zaman zaman ortasından bir yerlerden kesilip biçildiğini tespit ederlerdi ve TRT’nin esasen ödünç olarak bedelsiz gelen bu malzemelerin bedelini ödemesini isterlerdi. Elbette bu bayağı bir baş ağrısına sebep olurdu. Hem temsilci olarak biz kurum yetkilileriyle gerilirdik hem de sanırım içeride birileri hesap vermek zorunda kalırlardı.
İşlerin yürümesinde aksaklıklar, düzensizlikler çok oluyordu. Benim yeni nesil meslek mensubu olarak ukalalık yapacak bir durumum yoktu ama yıllardır benzer durumlarla karşılaşan temsilciler bundan çok yorulmuştu. TRT’de yaşanan bir yönetim değişikliğiyle Cem Duna genel müdürlüğe gelmiş, sağ kolu olarak danışman pozisyonuna Nuri Çolakoğlu getirilmiş, Serpil Akıllıoğlu da televizyon daire başkanı olmuştu. Serpil bey İstanbul’a geldi ve TRT’nin Ortaköy sırtlarındaki binasında tüm temsilcileri topladı. Amaç var olan sorunları dinlemek, daha verimli bir işbirliği nasıl kurulabilir onun araştırmasını yapmaktı. O toplantıda bütün temsilciler sabırları taşmış bir şekilde Faruk Bayhan’ı acımasızca eleştirdi. Ümit Atay’ın “Yayın malzemeleri gönderiyoruz, bize lime lime olmuş şekilde geri gönderiliyor, TRT’de tam bir vandalizm yaşanıyor,” dediğini çok iyi hatırlıyorum. O toplantıdaki temsilcilerin hemen hemen hepsi dostuydu, arkadaşıydı. Ayrıca yıllar boyunca bir kamu kuruluşu görevlisi olarak bu firmalarla adeta bir kuyumcu terazisiyle tartarak kurulan hassas ve âdil bir denge içinde iş yapmaya özen göstermişti. Bu nedenle Faruk Bayhan o toplantıyı hiçbir zaman unutmadı, olağanüstü kırılmıştı. O toplantıdan kısa bir süre sonra yıllarca çalıştığı TRT’den ayrıldı ve Türker İnanoğlu’nun önerisiyle İstanbul’a yerleşerek Ulusal Radyo Televizyon adlı firmada çalışmaya başladı. Belki bu ayrılık sürecinde kendisini çok kırgın hissettiği dönemler olmuştur ama aslında Ankara’dan İstanbul’a gelişi ileriki yıllarda özel televizyon kanallarında yöneticilik görevi almasına yol açacaktı ve bu adım aslında yayıncılık tarihimizde unutulmayacak bir iz bırakacak bir kariyerin başlangıcı olacaktı.
Comments