“Kısık Ateşte 15 Dakika” adlı filmimizin tatsız süreci devam ederken, 2006 yılının Nisan ayı ortasında Mip TV marketi geldi çattı. Sony Pictures Television temsilcisi olarak toplantılarımı yapmak üzere Cannes’a gittim. Bu arada benim Medyapım’daki görevlerimi bırakma arzum da duyulmaya başlamış olsa gerek, orada karşılaştığım meslektaşlarım neler olup bittiğini sormaya başladılar. Cannes’daki marketlerde katılımcılar Palais de Festival’de işleri bitince genellikle soluğu Majestic otelinin barında alırlar bir şeyler içer, varsa bir iki görüşme daha orada yapar ya da eş dostla sohbet ederler daha sonra da akşam yemeğine çıkarlardı. Akşam yemeği dönüşü ise herkesin buluştuğu yer Martinez otelinin barı olurdu. Saat 10-10 buçuktan itibaren barın içi ve terası adım atılmayacak kadar tıklım tıklım olurdu. Böyle bir akşam, yemek dönüşü bir grup Türk televizyoncunun bulunduğu oturma grubunda sohbete katıldım. Gruptakilerden biri son birkaç markette Digiturk adına toplantılara girmeye başlayan Nazlı Karamehmet’ti. “Medyapım’dan ayrılmayı düşünüyor muşsun, doğru mu ?” diye sordu. Günlük akış içindeki görevlerimi tamamen bırakma niyetinde olduğumu, sadece hissedar ve yönetim kurulu üyesi olarak devam edeceğimi söyledim. Bunun üzerine Nazlı “Biliyorsun, bizim Sinematürk diye bir kanalımız var. Bu kanalı canlandırmak, daha çok izlenir hale getirmek istiyoruz. Beraber bir şeyler yapsak….” diye bir öneri getirdi. Çok ilginç ve çekici bir öneriydi. Seve seve ilgilenebileceğimi söyledim, Cannes dönüşü haberleşmek üzere sözleştik.
İstanbul’da Nazlı Karamehmet ile yaptığımız bir iki görüşme sonrasında benden ekonomik anlamda Digiturk’ü çok yormayacak bir hazırlık yapmamı ve öneriler oluşturmamı istedi. Hem teknik anlamda ekonomik ama belirli standartların altında kalmayacak bir altyapı nasıl oluşturulur, hem de nasıl bir içerikle kanalın daha çok ilgi çekmesi sağlanır çalışmaya başladım. İlk etapta Sinematürk’te yayınlanmakta olan yerli filmlerin kalitesini arttırmak, bütçe sağlanabilirse kanalın yaptıracağı televizyon filmlerine yer vermek, vizyona çıkan yerli filmlerin tanıtıldığı, ekiplerinin konuk edildiği bir program, her bölümde bir yönetmenin filmografisinin ele alındığı belgeselimsi bir başka stüdyo programı gibi küçük bir ekiple hayata geçirilebilecek stüdyo programları düşündüm. Belki sinema konulu küçük bir yarışma yapılabilir diye hayal ettim. Ancak Digiturk genel müdürü Ertan Özerdem ve ekibin diğer yöneticileriyle yapılan toplantılarda ilk verilen briefing genişletilmeye başlandı. Sinematürk’ün açık kanallara alternatif tamamen yerli içerikten oluşan bir eğlence kanalına evrilmesi isteniyordu. Bu bir yandan çok daha heyecan verici bir haberdi öte yandan da böyle bir içeriği oluşturabilmek için Digiturk’ün sağlanacak bütçeyi arttırması anlamına geliyordu.
Bu arada ben yaklaşık dört yıldır Medyapım’la birlikte TOBB Binası’nda olan ofisimi Akatlar’da Edin Suner Plaza’nın en üst katına taşımıştım. Şimdi düşünüyorum da, herhalde bakın işte kendi başıma dimdik ayaktayım İstanbul’un prestijli bir semtinde şık bir ofiste çalışmaya devam ediyorum mesajı vermek için böyle bir hamle yaptım. Bugünkü aklım olsa oldukça da ufak olan o ofis için oldukça yüksek olan kira bedelini asla vermezdim.
Digiturk Sinematürk’ün dönüştürülmesi projesinde tüm idari işlerden sorumlu ve benimle kurum arasında köprü niteliğinde çalışacak yönetici olarak Dilek Doyran’ı görevlendirdi. Onunla çalışmamız çok kısa sürdü ve yerini Petek Kardaş aldı. Ben Digitürk ile sözleşme imzaladım ve genel yayın yönetmeni ünvanı ile çalışacağım belirlendi, kanalın Digiturk merkezle olan ilişkilerini ve tüm diğer idari işlerini Petek üstlenecekti. Bir yandan iyi bir ekip oluşturmak için kolları sıvadım. Medyapım’da bir çok işte beraber çalıştığım Mine Şengöz (Öztürk) ile görüştüm. Projeyi anlattım. Digitürk’ün istediği gibi açık kanallara alternatif olacak ama ekonomik anlamda da sınırlı olanaklarla hayata geçirilebilecek stüdyo programlarının ancak içeride kurulacak bir ekiple kotarılabileceği görüşündeydim. Mine de projeyi duyunca heyecanlandı. Digiturk yönetimiyle yapılan ilk görüşmede Mine’nin istediği rakam onlara yüksek geldiyse de, burada yapılacak fedakarlığın bize uzun vadede çok daha fazlasını kazandıracağını, işin başında çok deneyimli bir yapımcının olmasının önemini ısrarla anlattım. Anlaştılar. Bu görüşmeler sürerken stüdyo arayışına girdik. İstanbul’un çeşitli yerlerinde müsait olan stüdyoları gezmeye başladık. En sonunda eskiden ANS’nin kullandığı şimdi Galatasaray’ın Rams Park stadının hemen altında Ayazağa’da bulunan stüdyolarda karar kıldık. Bu stüdyolarda Nesim ve Nedim Şahin kardeşler kiracı konumundaydılar. Biz önce binanın ve stüdyoların belirli bir kısmında çalışmak üzere alt kiracı olarak anlaştık. Ancak aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum. Şahin kardeşlerin mal sahibine kirayı ödemedikleri ortaya çıktı. Mal sahibi kontratı feshedip doğrudan Digiturk ile anlaştı. Böyle olunca da oldukça bakımsız olan binaya Digiturk yatırım yaparak çok daha elverişli bir çalışma ortamı oluşturdu. Teknik altyapı konusunda ise benim önerimle Cemal Noyan’ın İmaj’ıyla masaya oturuldu. Kısa sürede kanalın tüm iç yapım teknik altyapısının İmaj tarafından kurulmasına karar verildi.
Mine’den sonra, onun önerisiyle tüm program içeriklerinden sorumlu olarak bizimle birlikte çalışması için yine eski bir Medyapım çalışanı Murat Hocaoğlu ile anlaştık. Mine ve Murat kendilerine birer küçük ekip oluşturdular.
Kanalın program yapısını şöyle tasarlamıştım. Vizyondan yeni kalkan yerli filmler, klasik Yeşilçam filmleri, bizim tarafımızdan sektördeki yapım şirketlerine sipariş edilecek televizyon filmleri, iç yapım olarak üreteceğimiz çeşitli stüdyo programları. Bunlara ek olarak da hafızalarımızda yer edinmiş bazı eski TRT dizilerini yayınlamak için TRT ile irtibata geçtim ve onlardan güzel bir paket satın aldım. Son olarak, kurulacak olan kanalın Antalya Altın Portakal Film Festivali, Siyad Ödülleri gibi etkinliklerin canlı yayınlarının tek adresi olmasını istiyordun, bunu çok önemsedim ve Digiturk yönetiminden yeşil ışık aldım. Hatta 2006 yılında daha kanal hazırlıkları sürerken Sinematürk kanalı üzerinden Engin Yiğitgil yönetimindeki Türsak Vakfı tarafından düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivalİ’nin açılış ve kapanış törenlerinin canlı yayını için anlaştık. Aslında bu anlaşma Türsak ile benim kanalı yönettiğim süre içinde birkaç yıllık bir işbirliği sürecinin başlangıcı oluyordu. Engin beyin başkanlığında başta Sevinç Baloğlu olmak üzere Türsak ekibiyle uyumlu bir çalışmaya başladık. Ancak Sinematürk için yapacağımız bu ilk yayınlar için bütçemiz ve olanaklarımız çok azdı. Oysa açılış ve kapanış dışında festival boyunca her gün bir de program yapmak ve o günün etkinliklerini seyirciye aktarmak istiyorduk. Tam da o günlerde Canan Meray ve Medyapım’da birlikte çalıştığımız yönetmen-yapımcı arkadaşım Müge Turalı ofisime ziyarete geldiler. Müge televizyon filmleri gibi bazı işleri sipariş etmeyi planladığımızı duymuş, ne tür işler hayal ettiğimizi öğrenmek istemiş. Müge ile kendisi Kanal D’de çalışırken, Teke Tek canlı yayınlarını yönettiği dönemde tanışmıştık. Daha sonra da Medyapım’a geçmiş ve bir çok işte yönetmen olarak görev yapmıştı. Kendisine Antalya’daki canlı yayınları yönetmesini önerdim. Kabul edince, Digiturk adına başında bulunacağım ilk yayının güvenebileceğim bir yönetmenle hayata geçecek olmasıyla oldukça rahatladım. Bu arada kanal devreye girince haftalık bir sinema programımız olmasını arzu ediyor ve
sinema konusuna hakim bir sunucu arıyordum. Abdullah Oğuz’un ANS firmasındayken tanıştığım Selen Sevigen de kanal hakkında bilgi almak için geldiğinde, böyle bir sunuculuğu yapmak isteyip istemeyeceğini sordum. O da kabul edince, Antalya’dan yapılacak yayınların çok iyi bir test olacağına karar verdik. Ancak tek bir sunucu da yetmiyordu. Özellikle film gösterimlerinden sonra röportajlar yapacak bir veya iki kişiye daha ihtiyaç vardı. Sinema filmlerimde oynayan dostum Haktan Pak ve yıllarca benimle çalışan İdem Erman’ın oyuncu kızı Belit Özükan’dan ricada bulundum. Ya hiç para almadan ya da çok cüzi rakamlara kabul ettiler. Açılış ve kapanış yayınlarını bütçe sıkıntıları nedeniyle oldukça sınırlı olanaklara sahip bir canlı yayın arabasıyla Müge’nin zaman zaman söylenmeleriyle ama başarıyla yaptık. Günlük programlarımızı da bant olarak çekip Sinematürk kanalında akşam saatlerinde yayına soktuk. Ufak tefek bazı aksaklıklar dışında alnımızın akıyla çıktık diyebilirim.
Antalya’yı atlattıktan sonra Ertan Özerdem ve Digiturk üst yönetimiyle kanalın isminin ne olması gerektiği konusunda bir toplantı yapıldı. Çeşitli alternatifler arasında TürkMax öne çıktı. Platformun sinema kanalları MovieMax markasıyla, dizi kanalları DiziMax markasıyla yayındaydı. Tüm içeriği yerli olan bu yeni kanal için TürkMax’ın en iyi seçenek olduğuna karar verildi. Bir sonraki durak
Digiturk’ün ajansı Alametifarika’ydı. Ajansın kurucusu Serdar Erener ve ekibiyle kanalın kimliği, nasıl bir içerikle yayın hayatına başlayacağımız konularında uzun uzun görüştük. Bir süre sonra Serdar Erener bize bir logo tasarımı ve buldukları “lokum gibi kanal” sloganını ve hazırladıkları jingle'ı ve diğer çeşitli ayrıntıları içeren bir prezantasyon yaptı. Yapılan çalışmanın kanal konseptiyle örtüştüğüne karar verildi ve harekete geçildi.
2006 yılının Mayıs ayında el sıkışarak hazırlıklarına başladığımız TürkMax Aralık başında yayın hayatına başladı. TürkMax’tan ayrıldığım 2009 yılı başına kadar yukarıda anlattığım program yapısı içinde kaliteyi sürekli arttırmaya çalıştık. En gurur duyduğum kısmı açık kanallardan seyirciyi bu kanala yönlendirmesi istenen, hatta bu kanaldaki özel programları izlemek için Digiturk’e abone kazandırması umut edilen TürkMax’ın yıllık maliyeti inanılması gerçekten zor, oldukça sınırlı bir seviyede tutulabilmişti. Yapmak istediklerimiz konusunda Petek Kardaş ile al takke ver külah pazarlık ediyor, biz biraz maliyetleri geri çekmek için fedakarlık yapıyorduk, o biraz bütçede yer açabilmek için ve onay alabilmek için gayret gösteriyordu ve bu ekip çalışmasının sonucunda ucuz ama kaliteli içerik üretmeyi bir şekilde başarıyorduk. Ama zaman zaman tıkandığımız da olmuyor değildi. Burada uzun uzun TürkMax’ın her ekrana getirdiği projeyi ayrıntısıyla anlatacak değilim. Ama iz bırakan bazı programlardan kısa kısa bahsetmek istiyorum.
Yurt dışından aldığımız bir format uygulaması olan “Normal Misin ?” adlı programımız kanalın iddialı iç yapımlarından biri olarak ekrana gelmişti. Programı Gani Müjde ve Tuba Ünsal sunuyordu. Kaya Çilingiroğlu, Pakize Suda ve Digiturk kurumsal iletişim direktörü Berna Kürekçi’nin önerisiyle gazeteci Onur Baştürk programın daimi paneliydiler. Sonar Araştırma’nın başkanı Hakan Bayrakçı editörlerimizin siyasetten, sağlığa, cinsellikten, sanat ve kültüre, spora her türlü konuda hazırladığı sorularla bir araştırma yapıyor. Panelimiz önce halkımızın sorulara verdiği tahmin etmeye çalışıyor sonra da Hakan Bayrakçı’nın açıkladığı sonuçları yorumluyorlardı. Çok ilgi gören bu programı ne yazık ki çok istediğim halde sürdüremedik. Petek Kardaş program bütçesinin bizi çok zorladığını devam edersek yıl sonunda çok zorlanacağımızı söyleyince çok üzülerek bitirmek zorunda kalmıştık.
Levent Üzümcü’nün sunduğu Tuğrul Eryılmaz’ın bir bilen koltuğunda oturduğu “Akıl Şampiyonu” adlı yine yabancı formatlı bir yarışma, Selen Sevigen’in Mehmet Açar ile birlikte sunduğu “Gala” adlı sinema programı, Seray Sever’in her hafta bir erkek ünlüyü ağırladığı “Seray Sever ve Erkekler” , Belit Özükan ve Deniz Özerman’ın sunduğu bir Japon formatı “Altı Üstü Yarışma” ve iki müzik programı Müslüm Gürses’le “Baba Show” ve “Burhan Öçal’la Ayda Bir” gayet sınırlı olanaklarla da olsa ekrana getirdiğimiz ve ilgi çeken programlar oluyordu. Dikkat ettiğim en önemli konu yayıncılık deneyimine büyük saygı duyduğum Faruk Bayhan ağabeyimin bir sözüydü “bir televizyon kanalının mutlaka kendine ait yüzleri olmalıdır”… Bunu hiç aklımdan çıkarmadım ve açık kanallarla kıyaslanamayacak ölçüde dar bir bütçeye rağmen bu prensibi uygulayabildik.
Kanalın omurgasını oluşturan sinema kuşağını da zenginleştirebilmek için kardeş yayın kuruluşu Show TV ile birlikte hareket etmeye başladık. Vizyona çıkıp ilgi gören filmler için Show TV genel müdürü Saner Ayar ile konuşuyor, biz pay TV hakları, onlar açık kanal hakları için bir rakam oluşturuyorduk ve yapımcılara teklifimizi veriyor, genellikle hakların paket şeklinde topluca alınması yapımcıların işine geliyor ve en yeni filmleri ekrana getirebiliyorduk.
İlk etapta yaptırılan televizyon filmleri de birer birer ekrana gelmeye başlıyordu. Sanırım ilk televizon filmi Zafer Çelik, Temel Kerimoğlu ve Baha Serter yapımcılığında, Mehmet Ulukan’ın yönetmenliğinde gerçekleştirilen Altan Erkekli, Vahide Gördüm ve Gürgen Öz’ün başrollerde olduğu “Kilit” adlı filmdi ve çıkan iş beni oldukça mutlu etmişti. Daha sonra Ezel Akay’la uzun bir toplantı sonucu İFR’nin TürkMax için birkaç film yapması için bir anlaşma yaptık. Bir iki tanesi hariç çok verimli bir çalışma olamadı.
Bir ilginç anım da rahmetli Levent Kırca ile. Digiturk yönetimi Levent beyle de bir televizyon filmi yapmamı istediğinde kendisiyle buluştuk. Ne yalan söyleyeyim kafasındaki projelere aklım yatmadı. Bir süre önce karaladığım bir hikaye vardı. Bir dizi çekimi için küçük bir kasabaya gelen yapım ekibi kasabalıyı ve esnafı ihya eder. Ancak dizi başladıktan sonra ratingler pek parlak gitmeyince kasabanın belediye başkanı ve ileri gelenleri dizinin yayından kalkmaması için adam kaçırma dahil ilginç yöntemlere başvururlar. Levent beye bu hikayeyi usta bir yazara Umur Bugay'a verip senaryolaştırmayı önerdim. Kabul etti. Umur Bugay ile görüştüm, sanırım o da fikri sevdi, onunla da anlaştık. Senaryo yazıldı, Levent Kırca "Reyting Kasabası" adı verilen filmi çekti geldi. Gözlerime inanamadım. Senaryoyu oldukça değiştirmiş, hiç de istemediğimiz bir komedi anlayışına yönelmişti. Yapacak bir şey yoktu. Filmi yayına koyduk ama mümkün olduğu kadar gözlerden uzak saatlerde yayınlamaya çalıştık. Elbette Umur bey de izlemiş. Telefonu açıp senaryosunun alt üst edilmesine çok içerlediğinden başlayıp hem Levent Kırca'ya hem de bu filmi yayına koyduğum için bana söylendi durdu. Çok da haklıydı ama benim filmi çöpe atacak durumum yoktu elbette.
Bende en çok iz bırakan televizyon filmlerinden biri ise Medyapım’dayken genel müdür yardımcısı Meltem Kayalı’nın bana getirmiş olduğu bir senaryodan hareketle hayata geçti. Senaryoyu Cem Görgeç yazmıştı, bir sinema filmi olmasını ve yönetmenliğini yapmak istiyordu. Aradan geçen sürede yapılamamıştı. O sırada Meltem de kendi şirketini kurmuştu. Meltem’e bu çok sevmiş olduğum senaryoyu Türk Max için bir televizyon filmi olarak yapmayı önerdim. Cem Görgeç de kabul etti. 2008 yılında ekrana getirdiğimiz filmde Ayten Gökçer, İsmail Hacıoğlu, Oktay Kaynarca ve Merve Boluğur başrolleri paylaşmıştı. Beni en çok mutlu eden filmlerin başında gelir.
TürkMax’ın sinemalarda vizyona giren bazı filmlerinin maceralarını ve 2008 yılın sonbaharında yaptığımız müthiş atak ve sonrasında ekonomik krizin baş göstermesiyle yaşananları bir sonraki bölümde anlatacağım.
Comments