İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni bitirip ONK Ajans’ta resmen çalışmaya başlamadan önce iş hayatına hazırlık antrenmanı diyebileceğim iki staj deneyimim oldu. İşletme ve iktisat öğrencilerinin AIESEC [1] adında uluslararası bir gençlik organizasyonu vardır. Her yıl üye ülkelerde yazılı ve sözlü sınav yapar ve kazanan öğrencilere yabancı ülkelerde staj olanağı sağlar. Üçüncü sınıftayken bu sınava girdim ve 1984 yılında Robert Bosch GmbH firmasının Nürnberg’deki iki fabrikasından birinin muhasebe departmanında staj hakkı elde ettim.
İlk defa kendi başıma yurt dışına çıkıyordum. Önce Münih’e uçtum, oradan da trenle Nürnberg’e geçtim. Güya Nürnberg’deki AIESEC ofisinden biri beni karşılayacaktı; biraz bekledim ama gelen giden olmadı. Hauptbahnhof’da [2] basamaklara serilmiş yatan seksenlerin punkçı gençlerinin yanından geçip ankesörlü bir telefon buldum ve ilgili kişiye ulaştım; bir şekilde buluştuk ve beni kalacağım yere götürdüler. AIESEC staja gelen öğrencilerin belirli bir ücret karşılığı evlerinde oda kiralayan ailelerin yanında kalmalarını sağlıyordu. Ben Robert Bosch fabrikalarının yakınında bir yerde ikamet eden Präger ailesinin yanında kalacaktım. Üç katlı müstakil bir evdi. İlk katta salon, mutfak ve Bay ve Bayan Präger’in yatak odası vardı, iki çocukları çatı katında kalıyorlardı. Ara katta ise evi başka bir şehirde olup Nürnberg’de bir şantiyede çalışan bir mühendisin ve benim kaldığım odalar ve bir banyo bulunmaktaydı. Eve yerleştiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Präger ailesi Almanya’da Franken (Franklar) [3] denen bir etnik gruptandı. Özellikle Frau Präger Almanca'yı “fränkisch” diye adlandırılan ağır bir diyalekt ile konuşuyordu. İlk günler kadının söylediği hiçbir şeyi anlayamıyordum, sonra biraz alışır gibi oldum, söylediklerini tekrarlata tekrarlata anlıyordum ne dediğini. Doğrusu Präger ailesi de evlerinde kalacak olan stajyerin Türk olduğunu öğrenince pek memnun olmamışlardı. Gastarbeiter [4] olarak ülkelerine gelen Türk’lerin Alman toplumuna hiç uyum sağlayamaması sonucu yarattıkları algının doğal bir sonucuydu kuşkusuz bu. Präger çiftinin bu memnuniyetsizliği fırsat buldukça yaptığımız sohbetlerle çok kısa sürede ortadan kalktı. Herr Präger İkinci dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne saldıran birliklerdeymiş. Önce aylar süren harekât ve sonra Sovyetlerin karşı taaruzuyla süren çarpışmalar sırasında her iki ayak parmakları da donmuş ve kesmek zorunda kalmışlar. İçi sanırım dolgulu özel ayakkabılar giyiyor ve aksayarak yürüyordu. Kendisinden savaş döneminin Almanya’sını dinlemek ilginçti tabii. Frau Präger ise beni sadece diyalektiyle değil eğitim düzeyiyle de şaşırtıyordu. İnanılmaz dindar bir kadındı. İkide bir sizin müslümanlıkta şu nasıl bu nasıl diye sorulara muhatap oluyordum. Benim dine olan ilgimin ve bilgimin kocaman bir sıfırdan ibaret olması kadıncağızı çok şaşırtıyor, biraz da hayal kırıklığına uğratıyordu. Bir akşam konu gene İslam ve birkaç yıl önce İran’da iktidarı ele geçiren Ayetullah Humeyni’ye [5] gelince bana büyük bir ciddiyetle kendisiyle şahsen tanışıyor musun diye sorduğunda kahkahayı patlatmamak için kendimi zor tutmuştum.
[1] AIESEC (Association Internationale des Étudiants en Sciences Économiques et Commerciales) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1948 yılında, yedi farklı ülkeden gençlerin dünyada kültürlerarası etkileşimi oluşturabilme hayali ile bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Türkiye’de ise 1954 yılında Nihat Gökyiğit, Nejat Eczacıbaşı ve Ali Osmanoğlu tarafından kurulmuştur.
[2] Şehrin merkez tren istasyonu, gar.
[3] Franklar Rhein-Weser grubuna ait büyük Cermen kabilelerinden biriydi.
[4] 1950'li ve 60’lı yıllarda Batı Almanya'nın yurtdışından işgücü talep etmesi sonucu ülkeye gelenler yabancı misafir işçi (Gastarbeiter; misafir işçi) olarak adlandırılmışlardır.
[5] 1979 yılında İran'da Muhammed Rıza Pehlevi liderliğindeki monarşinin devrilmesi ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla devletin başına geçen Ayetullah Ruhullah Humeyni, 86 yaşında öldüğü 1989 yılına kadar görevde kalmıştır.
Präger çiftiyle aram gayet iyi olmuştu fakat üst katta odaları olan çocuklar bana hiç yüz vermeye niyetli değillerdi. Zaman zaman anne ve babalarıyla tartışmalarına tanık oldum. Bir keresinde ben bahçede otururken, içeride kızlarının “Zaten üç kuruş için bu kanakeyi [6] evimize soktunuz” gibi bir şeyler söylediğini babasının da “Sen ne diyorsun ? Bu genç adam son derece eğitimli, iki yabancı dil konuşuyor, çok iyi bir aileden geliyor, adamın babası bundan 40 yıl önce İsviçre’de okumuş” diye onu haşladığını duymuştum.
Robert Bosch Werk 2’de [7] hafta içi beş gün çalışıyor, hafta sonları ise AIESEC’ın organize ettiği etkinliklere, gezilere katılıyor, Nürnberg’de güzel bir yaz geçiriyordum. Tek sıkıntı Almanların sabahın köründe işbaşı yapmalarıydı. Saat yedi buçuk, sekize çeyrek kala gibi çalıştığım departmanda işbaşı yapıyordum. Çalışanların haftada belirli bir saati doldurma zorunluluğu vardı. Sanırım 40 saat olsa gerekti. Sabah erkenden herkes işbaşı yapıyor, öğleden sonra 3 buçuk 4 oldu mu yavaş yavaş mesaiyi bitiriyorlardı. Girişte ve çıkışta duvarda asılı makinede giriş ve çıkış saatlerinizi kartınıza basıyordunuz. Çalıştığım sekiz haftalık süreçte tek bir gün geciktim. Ya çalar saatimi kurmayı unuttum ya da pili bitti bir şey oldu tam hatırlamıyorum. Geç kaldım dediysem epi topu 15-20 dakika. 8’i 3 geçe gibi kapıdan girdim. Kartımı makinaya bastığımda saatin kırmızı işlendiğini görmüş ve dehşete kapılmıştım. Bosch’daki stajımın bana en büyük faydalarından biri sanırım bilgisayar kullanımı konusunda orada öğrendiklerim oldu. Fabrikadaki işçilerin maaşları, fazla mesaileri, vergiler, sigortalar vs. her şey bugün herkesin kullandığı excel’in atalarından multiplan [8] adlı bir programda hesaplanıyordu. Multiplan programını ve muhasebe departmanında çeşitli tabloların nasıl hazırlandığını bana gösterdiler ve orada çalıştığım sekiz hafta boyunca bu programı iyice öğrendim.
Bazı arkadaşlarım da o yaz Avrupa’nın çeşitli yerlerindeydi. Alman Lisesi’nden sınıf arkadaşım Ömür Yarsuvat’ın sanırım annesinin temsilcisi olduğu bir tekstil firmasında staj yapmak için Amsterdam’da olduğunu ve bir hafta sonu Nürnberg’e geldiğini hatırlıyorum. İşletme Fakültesi’nden sınıf arkadaşım Cahit Sezer de yine AIESEC sınavıyla kazandığı stajını Saarbrücken'de yapıyordu. Stajlarımız aynı zamanda sona erdi. Birlikte İtalya’ya gitmeye oradan İstanbul’a dönmeye karar verdik Cahit, Saarbrücken’den Nürnberg’e geldi ve birlikte trenle Milano’ya gittik. Daha okul yıllarında çalışmaya başlayarak babasının Sultan-hamam’daki mağazasında tekstille tanışan Cahit oldum olası iyi giyinmeye meraklıydı. Milano’da son kalan paramızla alışveriş yaptık ve hepsini tükettik. Cahit’te rezerv olarak bir miktar mark [9] vardı; ama bozdurmak istemiyordu; muhtemelen kalan markları babasına iade edecekti. O kadar sıfırı tüketmişiz ki kalan paramızla sabahın çok erken bir saatinde havaalanına giden otobüse bir bilet alıp iki kişi bindik. Yakalansak rezil olacağız. Milano’dan Roma’ya, oradan da İstanbul’a uçacağız. Aktarma yaptığımız Roma’ya indiğimizde İstanbul uçağına sanırım biraz vakit vardı ve karnımız zil çalıyordu. Son kuruşlarımızı denkleştirip bir kahve ve bir tost alalım ve paylaşalım dedik. Bir kahve, bir tostu hazırlayıp önümüze koydular, ama baktık para yetmedi, ceplerimize baktık ettik, yok dedik, birini geri verelim; arkamızda kuyrukta bekleyen adamcağız baktı biz kıvranıyoruz kaç kuruşsa ben tamamlayayım dedik. Adama teşekkür edip bir kahve ve bir tostu paylaştık. İstanbul uçağı kalkıp yemek servisi başlayınca karnımızı doyurabildik, yüzümüz güldü. Cahit ile yıllardır bu seyahati ve halimizi her hatırlayışımızda kahkahalarla güleriz.
[6] Kanake, Almanların Arap, Türk, Kürt ve diğer Orta Doğu etnik azınlıklarından insanlar için kullandığı aşağılayıcı ırkçı bir kelime olarak ortaya çıkmıştır.
[7] İkinci fabrika
[8] Multiplan, Microsoft tarafından geliştirilen ve 1982 yılında VisiCalc'a rakip olarak lanse edilen bir spreadsheet programıdır.
[9] Alman Markı, 1948'den 1990'a kadar Batı Almanya'da kullanılan para birimidir.
1984 senesinin yaz aylarındaki bu staj deneyiminden sonra son sınıfa başladık. Reklamcılık ilgimi çekiyordu. Kuzinim Prof. Dr. Oya Başak’ın eşi Affan Başak Repro Reklam Ajansı’nın sahibiydi. Rahmetli Affan abi, benim haftanın belirli günleri Repro’da staj yapmama olanak sağladı. Ajansın çeşitli departmanlarında rotasyon yapacak bir reklam ajansında işler nasıl yürüyor ne yapılıyor öğrenecektim. Önce beni medya departmanına aldılar. O zamanlar tüm medya alımları, mecralarda rezervasyonlar ajansların kendi içlerindeki medya departmanlarında yapılıyordu. Zaten televizyon tek kanal, radyo var, sinema reklamları var, şimdiki yoğunluktan çok daha sınırlı boyutlarda da outdoor. Medya departmanında çok sıkılmıştım, departmanda yanlış hatırlamıyorsam üç genç hanım vardı. Benim orada olduğum sürenin yüzde yetmişinde dedikodu yapıyorlardı. Geri kalan zamanda da reklam yerleri için rezervasyonlar, raporlamalarla ilgileniliyor, arada sırada alt kattaki yönetimden bir şey isteniyor, o zaman dedikoduyu kesiyor, panik halinde isteneni hazırlamak için koşturuyor-lardı. Bir sonraki durağım şahaneydi. Metin yazarlarıyla takılacaktım. Orada efsane bir isim
bulunmaktaydı : Onat Kutlar. Bir süre metin yazarlarının yanına gidip geldim. Rahmetli Onat beyle işle ilgili olsun olmasın sohbet etmek, metin yazarları-nın aralarındaki konuşmaları dinlemek büyük keyifti elbette. Repro o sırada İzocam için bir reklam filmi hazırlığındaydı, beni o filmin tüm yapım sürecini izlemek üzere ajans prodüktörünün yanına verdiler. Soyadını hatırlamıyo-rum, adı Timur’du ajans prodüktörünün. Reklamda bir binanın çatı katına İzocam döşemekte olan ustalar ve bina sahibinin ürünle ilgili sözler içeren bir şarkıyı söyledikleri bir senaryo söz konusuydu. Jingle Timur Selçuk tarafından bestelenmişti. İlk durak nerede olduğunu şimdi hatırlayamadığım bir kayıt stüdyosuydu. Elbette bilgisayar falan yok, tüm enstrümanlar canlı kaydediliyor. Müzisyenlerin yaylılar, nefesliler, vurmalılar şeklinde peyderpey gelip Timur Selçuk’un yönetiminde parçayı icra etmelerini, sonra vokallerin gelip jingle’ı seslendirmelerini izledim. Vokallerden birinin Rüya Ersavcı, birinin de Timur Selçuk’un herhalde o zaman 12-13 yaşlarında olan kızı Hazal olduğunu hatırlıyorum. Birkaç gün sonra jingle hazır olduğunda soluğu Maslak’taki AFM Stüdyoları’nda aldık. Oyuncular kimdi, reklamı çeken yönetmen kimdi hatırlamıyorum ama gün boyu reklam çekimini büyük bir ilgiyle izledim. Sekiz sene sonra aynı stüdyolara yapımcı olarak gireceğimden haberim yoktu elbette.
Reklamcılık ilgimi çekmiş olsa gerek, son sınıfta AIESEC'in açtığı staj sınavına tekrar girdim. Oldukça yüksek bir puanla tekrar kazandım. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden sınava giren iktisat ve işletme öğrencileri arasında ilk üçe mi ne girmiştim, şimdi tam hatırlamıyorum ama öyle iyi bir sonuç almıştım. Sınavı kazananlar bazı tercihler yapıyorlardı. Gitmek istedikleri ülkeyi, çalışmak istedikleri bölümü vb. seçiyorlardı, AIESEC o ülkede o tercihlere uygun staj olanağı sağlayan firmalarla öğrenciyi eşleştiriyordu. Gerek öğrencinin, gerekse firmanın kabul etme veya etmeme hakkı oluyordu. Bu ikinci staj için ben pazarlama ve reklamcılık alanında bir tercih yapmıştım ve istediğim gibi bir yer çıkarsa giderim, yoksa gitmem diye düşünmüştüm. Örneğin ikinci kez bir muhasebe stajına gitmeye hiç niyetim yoktu. Tam da istediğim gibi bir staj çıktı. Doyle Dane Bernbach'ın [10] Hamburg ofisinde bir staj olanağıydı. Ancak ne yazık ki firma tarafından reddedildim. Muhtemelen Türk olduğum için diye yorumluyorum.
Robert Bosch ve Repro staj deneyimlerimden sonra bir aile şirketi olan ONK Ajans dahil hep sahibi veya bir şekilde ortak olduğum şirketlerde sürdü çalışma hayatım. Bunun tek istisnası kendi işlerim bir yandan devam ederken dışarıdan sözleşmeli olarak görev üstlendiğim ve ileride anlatacağım Digiturk maceram oldu.
[10] Doyle Dane Bernbach, Grey Reklam Ajansı'nda birlikte çalışan Bill Bernbach ve Ned Doyle'un 1949 yılında Mac Dane ile ortak olarak küçük bir ajans olarak kurulan bugün ise DDB kısaltmasıyla da bilinen dev bir reklam ve pazarlama kuruluşudur.
Comments