1994 ekonomik krizin de etkisiyle istediğimiz hızda yol alamadığımız yıl oluyordu. Benim sorumluluğunu üstlendiğim bir tek program oldu. O da moderatörlüğünü Nuri Çolakoğlu’nun yaptığı Show TV için yapımını gerçekleştirdiğimiz “Kırklar Meclisi” idi. Nuri Çolakoğlu bu formatı BBC’de görmüştü. 40 kişilik bir seyirci grubu oluyordu. Her program dört kişilik yeni bir panel oluşturuluyor, panelde biri iktidar, biri muhalefetten olmak üzere genellikle iki politikacı, sivil toplum kuruluşlarından bir konuk, bir de işadamı veya bir gazeteci oluyordu. Seyirciler, gündemle
ilgili sormak istedikleri soruları yazıyorlardı, sonra ekibimiz o soruları çekimden önce topluyordu ve editörlerle tek tek inceliyorduk, ilginç soruları sıraya koyuyor ve bir saatlik zaman dilimine sığacak bir akış hazırlıyorduk. Programı Amerikalıların live-delayed dediği sistemde hayata geçiriyorduk. Program öğleden sonra canlı yayın gibi çekiliyor, çok hızlı bir montajla küçük rötuşlar yapılıyor, sonra yayın bandı kanala gidip akşama yayına giriyordu. Zamana karşı yarışıldığı için deneyimli bir yönetmenle çalışmamız gerekiyordu. Show TV’nin kadrolu yönetmeni Musa Çözen’le çalışılmasına karar verdik. Başta futbol maçları olmak üzere, bir çok canlı yayının rejisi için ülkede ilk akla gelen bu usta isimle çalışmak benim için çok ilginç ve aynı zamanda eğlenceli bir deneyim olmuştu. Musa Çözen reji masasında son derece hızlı bir biçimde resim seçiciliğini de kendi yaparak programı yönetirken, bir yandan da esprileri sıralar, kameramanlardan başlayıp sunucuya kadar herkese laf atarak şahane bir iş çıkarırdı. Ne yazık ki, Kırklar Meclisi arzu edilen izlenme oranını yakalayamadığı için onunla çalışmamız yedi sekiz bölüm devam edebildi.
Medyapım’ın ilk senesi aynı zamanda şirketin ilk sinema filmini hayata geçirdiği sene oldu. Deneyimli yönetmen Yavuz Özkan’ın yeni filmi Yengeç Sepeti’ni onun şirketiyle birlikte ortak hayata geçirecektik. Öneri Fatih Aksoy ve ve Barış Pirhasan’dan geldi. Senaryosu güzeldi. Uzun bir hastalık dönemi geçiren Sadri Alışık başroldeydi ve maalesef Yengeç Sepeti onun son filmi oldu. Filmde bu efsane oyuncuya Macide Tanır, Mehmet Aslantuğ, Oktay Kaynarca, Ege Aydan, Şahika Tekand, Derya Alabora, Sedef Ecer ve Berna Tunalı eşlik ediyordu. Sapanca’da yapılan çekimlerin son günlerine doğru Fatih Aksoy ve Yavuz Özkan'ın şiddetli bir münakaşaya tutuldukları haberi geldi. Konu neydi hatırlamıyorum doğrusu. Ama birbirlerine küstüler ve konuşmamaya başladılar. Ama bir yandan da filmle ilgili işlerin yürümesi gerekiyordu. Anlaşmazlık konuları her gündeme geldiğinde Fatih “Mehmet, Allah aşkına git şu Yavuz ile konuş,” demeye başladı. İyi niyetle arayı bulmaya çalıştım ama nafile. Çözüm bekleyen konular iki inatçı karakterin arasında sıkışıp kalmıştı. “Yengeç Sepeti” Yavuz Özkan’ın en iyi filmlerinden biri oldu. 31. Antalya Film Festivali’nde “En İyi Film” olmak üzere, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Erkek Oyuncu” (Sadri Alışık ve Mehmet Aslantuğ), “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” (Derya Alabora) ve “En İyi Kurgu” (Sedat Karadeniz) ödüllerini aldı. Adana Altın Koza ve Ankara Uluslararası Film Festivallerinden de ödüllerle döndü. Türk sinemasının hiç de parlak olmayan bir dönemiydi, seyirci adeta yerli filmlere küsmüştü. Yengeç Sepeti gişede çok başarılı olamadı. 40 bin seyircinin çok az üzerine çıkabildik. Para kazanmak bir yana bir miktar zarar bile etmiş olabiliriz; ama beğenilen, festivallerden ödülle dönen bir filmimiz oldu.
Bu arada eklemeliyim, Medyapım’ın ilk bir yılı içinde Nail Keçili ve Cenajans yönetimi ne yaptığımızla hiç ilgilenmediler. Yiğit Şardan bir aşamada Nail beyle konuşup, şirketin henüz bir atılım yapamadığını söyleyerek, siz de ilgilenmiyorsunuz zaten diyerek onların hisselerini kişisel olarak devraldı.
Fatih Aksoy ile “Laf Lafı Açıyor” dan sonra yapımını üstleneceğimiz ve uzun soluklu olabilecek yeni programları devreye sokabilmek için sık sık televizyon kanallarını dolaşıyorduk. Pek de iyi bir başlangıç yapamayan Kanal D’yi de sık sık ziyaret ediyorduk. Kanal D programlarının başında TRT’nin unutulmaz "Susam Sokağı" programının ve hafızamızda yer etmiş birçok çocuk programının eski yapımcısı Canan Meray vardı. Arkadaşım Emine Germen Wilson da dış alımlar sorumlusu olarak kanala katılmıştı. Canan hanım beni Ankara’da TRT’ye yaptığım ziyaretlerden hatırlıyordu. Hem bizim gençliğimiz ve enerjimizi sevmişti, hem de canlı, modern dinamik bir yapım olan "Laf Lafı Açıyor"u hayata geçiriyor olmamız onu etkilemişti. Kanal D’nin hafta sonu bir eğlence programı olsun istiyordu. Bir şeyler tasarlayıp bana önerilerinizi getirin dedi. Bütün ekip iyi bir eğlence formatı oluşturmak için çalışmaya başladı. Bir yandan da böyle bir programı kim sunar diye
düşünüyorduk ama ortaya atılan isimlerin hiç biri cazip gelmiyordu. Bir gün Cem Özer Gümüşsuyu'ndaki ofisimize yaptığı ziyarette, birkaç gün önce İzmir Fuar’ında olduğunu, Nejat Uygur’un iki oğlu Süheyl ve Behzat ile çok eğlendiklerini söyleyip, inanılmaz matrak çocuklar televizyonda çok başarılı olacaklarını düşünüyorum, bir konuşun isterseniz diyerek öneride bulundu. Cem’in aracılığıyla Uygur kardeşlerle tanıştık. Canan Meray da onlara inandı ve televizyona yeni genç yüzler kazandırma heyecanıyla sunucu olarak Süheyl ve Behzat’ı kabul etti. Şahane Cumartesi böyle doğdu. Aslında başlangıçta Amerika’nın efsane programı Saturday Night Live gibi bir program hayal ettik; hem müzik, hem de skeçler olsun istedik. Barış Pirhasan skeçlerin yazımını üstlendi. Bir skeç ekibi kuruldu. Günümüzün deneyimli oyuncuları Ali Sürmeli ve Zafer Algöz’ün bu ekipte olduğunu hatırlıyorum. Seyirci Behzat ve Süheyl’i sevdi. Ama programda bir türlü taşlar yerine oturamamıştı. Fatih,“Bu skeçler olmuyor”dedi ve kaldırdık. Böylece müzik ve çeşitli küçük yarışmaların yer aldığı bir formata dönüştü. Ratinglerin biraz aşağıya
doğru seyrettiği zamanlarda da Nejat Uygur imdada yetişiyor, onun konuk olarak programa katılımı ve çeşitli tiyatro oyunlarından sergilediği pasajlar izlenme oranlarında tekrar bir sıçrama yaratıyordu. Şahane Cumartesi, sonradan Şahane Pazar adını alarak televizyon tarihimizin en uzun soluklu eğlence programlarından biri olacaktı. Medyapım’ın yolculuğunda çok önemli bir virajı almasını sağlayan Canan Meray’ı burada sevgiyle ve özlemle anmadan geçemeyeceğim, ne yazık ki kendisi 2008 yılında genç bir yaşta aramızdan ayrıldı.
Şahane Cumartesi’den sonra Faruk Bayhan’ın isteği üzerine “Huysuz Show” için Seyfi Dursunoğlu ile çalışmaya başladık. Hemen akabinde çok uzun ömürlü olamayan Bülent Ersoy Show ve uzun yıllar devam edeceğimiz Hülya Avşar Show başladı. Eğlence programlarının sayısı artınca Gümüşsuyu’ndaki ofiste çalışan sayısı artıyor ve sürekli bir koşuşturma hali ortaya çıkıyordu. Bu süreçte tecrübesiyle ve ilişkileriyle bize katkıda bulunacağını ümit ettiğimiz sevgili İzzet Öz Medyapım’a katıldı. Tam da o sıralarda gündeme Best FM’de yaptığı radyo programlarıyla dikkat
çeken Fatih Altaylı geldi. Altaylı ile Gümüşsuyu’ndaki ofisimizde buluştuğumuzu, birlikte nasıl bir televizyon programı hayata geçirebiliriz diye fikir teatisinde bulunduğumuzu, aynen kopyalamamakla birlikte CNN’de program yapan Larry King’in stüdyosundan ve program tarzından ilham aldığımızı hatırlıyorum. Programın jeneriğini İzzet hazırlamıştı, jenerik müziğinin ortasında bir yerde “Alo… Teke Tek” diye duyulan sesi İzzet ofisimizde sekreter olarak çalışmaya başlayan Gülriz Kezban Tatlı’ya söyletip kayda almıştı, onun sesi uzun yıllar her Teke Tek programının başında duyuldu, belki halen kullanılıyordur. Teke Tek’le ilgili hazırlık ve yapım sürecinde meydana gelen bazı olaylar, bazı konuklarla ilgili karşılaşılan durumlar gibi bir çok ilginç anı ve anekdot birikmiştir. Ama bunları benim değil birebir yaşayan Fatih Aksoy ve Fatih Altaylı’nın anlatması doğru olur. Yalnız Teke Tek’in ilk zamanlarında iki Fatih’in savaş sırasında röportaj yapacağız diye Azerbaycan üzerinden Çeçenistan’a girdikleri ve kendileriyle irtibatı kaybettiğimiz bir süreci gayet iyi hatırlıyorum. Sanırım neredeyse bir hafta kadar her ikisinden hiçbir haber alamadığımız için oldukça endişelenmiştik. Neyse ki, başlarına bir şey gelmeden çıkıp gelebilmişlerdi. Eğer yanlış hatırlamıyorsam bu tehlikeli seyahat sonucunda da arzu edilen röportaj da savaşın şiddetini arttırması nedeniyle yapılamamıştı.
Program sayımız arttıkça çalışan sayımız ve yoğunluk da artıyordu. Bu arada önce İzzet Öz, sonra onun yerine gelen Nihat Özcan, Fatih Aksoy ile birlikte çalışmada pek senkron tutturamadılar ve ayrıldılar. Gümüşsuyu’ndaki ofiste kıpırdayacak yer kalmamıştı. Herkes oldukça kaotik bir ortamda çalışıyordu. Yeni ve daha büyük bir ofis ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Yiğit ve Fatih benim de şirketimi Medyapım’la birlikte aynı yere taşıyacağım nitelikte ve büyüklükte bir ofis bulmamızı önerdiler. Benim de full time aynı ofiste olmamın sayısız faydaları olacağını söylüyorlardı. O dönemde Yiğit kısa bir süre önce evlenmiş ve eşi Çiğdem’in ablası Şebnem ile evli olan Can Deriş’in Compugraf adlı post prodüksiyon şirketine de ortak olmuştu. Compugraf’a da yer bakılıyordu. Can Deriş ve ekibi Levent’te şimdiki Çilekli Tesisleri yakınındaki Gazeteci Ümit Deniz sokakta bir villa bulmuşlardı. Yiğit buranın Medyapım’a daha uygun olacağını düşünmüş. Compugraf'a başka yer bakalım buraya Medyapım taşınsın dedi. Biz de mal sahibiyle anlaşıp Levent’teki villayı tuttuk. Villanın sahibi hanım biri bodrum diğeri çatı olmak üzere dört kattan oluşan villanın her bir katı küçük birer daire olarak dekore etmişti. Kendisine bodrum katındaki mutfağı tutacağımızı, diğer katlardaki tüm mutfakları iptal edip ofis alanına dönüştüreceğimizi söyledik. Kadıncağızın yüreğine iniyordu. Ancak kendisini iyi tanıyan emlakçı da Levent’teki villaların artık teker teker iş yerine dönüştüğünü buranın da artık iş yeri olarak düşünülmesinin çok daha doğru ve avantajlı olacağını mal sahibine anlatınca ikna oldu. Villayı mimar kuzenim Haluk Ünsal ve ekibine teslim ettik. Kısa süre içerisinde arzu ettiğimiz şekilde ofis hazırdı. Bir katına benim şirketim MAG, diğer katlara Medyapım yerleşti. Bu arada Compugraf da Balmumcu'da güzel bir konumda bir villa bularak oraya taşındı.
Anlatmaya çalıştığım Medyapım’ın ilk iki üç senelik döneminde, ben de bir yandan bütün kanallara yabancı kaynaklı film ve program temini için çalışmaya devam ediyordum. Geçen bölümde Yalan Rüzgârı kadrosundan üç oyuncunun ATV’nin birinci yıldönümü gecesine katılmak üzere İstanbul’a yaptıkları geziyi anlatmıştım. ATV bu organizasyondan herhalde çok iyi bir geri dönüş almıştı ki bir yıl sonra kanalın düzenlediği Queen of Turkey adlı güzellik yarışması için Yalan Rüzgârı oyuncularından yine katılım sağlayabilir miyiz diye sordular. Los Angeles’la yapılan temaslardan sonra iki oyuncuda karar kılındı. Lauralee Bell ve Michael Damian İstanbul’a davet edildi. Bu ikili dizide sevgili olan bir çifti canlandırıyordu. Lauralee soap operanın yaratıcısı olan Bell çiftinin kızlarıydı, Michael ise aynı zamanda müzik kariyeri olan ve dizide bir şarkıcıyı canlandıran bir aktördü. Güzellik yarışmasında Lauralee Bell’in jüri olarak görev alması, Michael’ın ise birkaç şarkılık bir performans sunmasına karar verildi. Aynen bir yıl önce olduğu gibi bu iki oyuncu da Çırağan süitlerinde ağırlandı, limuzinlerle İstanbul’u gezdiler. Bu seyahat sırasında Michael Damian ile çok iyi arkadaş olduk. İleriki yıllarda Michael tekrar Türkiye’ye gelecekti ve daha sonra ayrıntılarıyla anlatacağım bazı işleri beraber hayata geçirecektik.
Comments