top of page
Search
Writer's picturememokaraca

Millenium'a çok az kalmışken....


Medyapım’ın ilk sinema filmi “Yengeç Sepeti”nin nasıl hayata geçtiğini geçen bölümde yazmıştım. Birkaç yıl sonra bir yandan televizyon programları devam ederken, ikinci film için kollar sıvandı. Kuruluş aşamasında bizimle birlikte olan fakat sonra Medyapım’dan ayrılan Barış Pirhasan’a Bilge Karasu’nun “Usta Beni Öldürsen E” adlı öyküsünden yola çıkarak yazdığı senaryosuyla ilgili sözümüz vardı. Bu sözümüzü tutacaktık. Arthouse olarak nitelenen filmlerin bir çoğunun yapım sürecinde alınan destek fonları hayati bir önem taşır. Bu fonların içinde Eurimages'ın [1] sağladığı destek çok önemliydi. Bu fona başvurabilmek için o dönemde Eurimages üyesi üç ülkenin yapımcılarının ortak olması gerekiyordu. Bu nedenle Türk yapımcıların bazıları aslında yapıma bilfiil katkısı olmasa da kağıt üzerinde yapımcı görünen yabancı firmalarla anlaşıp fon başvurusu yapıyorlardı. Sanırım bu durum ileride rahatsızlık yaratmış ve daha sıkı bir inceleme ve denetim yapılmaya başlanmıştı.

Barış’ın filmi için biz de Eurimages başvurusu yaptık. Ortaklarımız Alman Medias Res ve Macar Focusfilm firmalarıydı ama varlıkları kağıt üzerinde değildi, tam anlamıyla uluslararası bir yapım hayata geçirilecekti. Medyapım adına Fatih Aksoy’un üç yapımcıdan biri olarak görev aldığı filmde belirsiz bir zamanda neresi olduğu bilinmeyen bir ülkede savaşın ortasında sıkışmış Iola sirkinin, kendilerini oradan kurtaracak menajeri beklerken, usta ip cambazının evlat edinip yetiştirdiği çırağının sirkteki deniz kızına âşık olduğu bir öyküyü anlatılıyordu. Çeşitli roller için Haluk Bilginer, Meltem Cumbul, Hale Soygazi, Tuncel Kurtiz, ve Cem Özer ile anlaşmıştık. Çırak ip cambazı rolü için ileriki yıllarda Lasse Hallström’ün Chocolat adlı filminde de rol alacak ancak bizim kendisinden umduğumuz patlamayı pek yapamayacak olan genç oyuncu Hugh O’Conor ile anlaşıldı. Onun ustasını ünlü Macar oyuncu Károly Eperjes oynayacaktı. Deniz kızı için Alman ortağımızın önerisiyle Julia Brendler seçildi. Film Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de çekildi. Çekim boyunca Fatih Budapeşte’deydi. Setin sonlarına doğru ilk eşim Berna, Fatih’in o zamanki eşi Serap ve filmin televizyon haklarını transfer olduğu Kanal D için almak isteyen Faruk Bayhan ve eşi Semra hanımla Budapeşte’ye seti ziyarete gittik. Eğer yanlış hatırlamıyorsam bizimle birlikte filmin sonunda sirkin bulunduğu yere gelen menajeri canlandıracak olan Cem Özer de Budapeşte’ye uçuyordu ve havaalanına geldiğinde kaynak yaparak uzattığı ve sarıya boyattığı saçlarıyla yarattığı tiple bizi oldukça şaşırtmıştı. Bugün dünyada söz sahibi olan dizilerimiz, çeşitli festivallerde boy gösteren sinema filmlerimiz, küresel boyutta tanınan oyuncularımızla endüstrimizin gelmiş olduğu noktada bile özellikle de erkek oyuncularımızı eleştirdiğim en önemli unsur hala Yeşilçam dönemindeki gibi her filmde kalıplaşmış aynı görüntüyle, aynı saç sakal tıraşıyla oynamaları. Eğer dönem filmi veya dizisi değilse, karakter tarikatçı falan olup takke cübbe falan giymiyorsa, sanki karakteri bir diziden alıp bir diğer diziye, bir filmden alıp diğerine koymuşsunuz gibi bir algı yaratıyor bende. Bu bakış açısıyla Cem Özer’in rolüne bu denli titizlenip fiziksel görüntüsünü oynayacağı karaktere uygun bir hale getirmesi beni etkilemişti. “Usta Beni Öldürsene”, İngilizce adıyla “Sawdust Tales”, modern bir masal havasında etkileyici bir film olmuştu. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli festivallere katıldı ve ödüller kazandı [2]. Filmle ilgili yüksek bir gişe beklentisi zaten yoktu ve bir sürpriz de olmadı. Bu filmin Medyapım’a kısa vadede etkisi bir süre sinema filmi fikri ya da projesi gündeme geldiğinde ortağımız Yiğit Şardan’ın konuyu hemen veto etmesi şeklinde oldu. Yiğit televizyona yoğunlaşmamızı ve mesaimizi para kazanacağımız işlere odaklamamız gerektiği konusunda ısrarcıydı. Bir yıl kadar önce Mustafa Altıoklar’ın “İstanbul Kanatlarımın Altında” adlı filmi büyük bir sürprize imza atmış ve hiç beklenmedik bir seyirci sayısı yakalamıştı. Ancak sinemanın belini doğrultması için biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Yiğit haklıydı.


[1] Eurimages Avrupa Konseyi'ne bağlı olarak çalışan Avrupa Sinema Destek Fonu'nun adıdır.


[2] “Usta Beni Öldürsene” 1997 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Behlül Dal Özel Jüri Ödülü” kazanmış ve Barış Pirhasan’a “En İyi Senaryo” ödülü getirmişti. 1997 yılında Ankara Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Senaryo”, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Görüntü Yönetmenliği” ve “En İyi Kurgu” ödülleri kazanılmıştı. Ayrıca SİYAD tarafından da filmin görüntü yönetmeni Jürgen Jürges yılın “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülünü kazanmıştı.



 

“Yalan Rüzgârı” kadrosundan ATV için gelen oyunculardan Michael Damian ile arkadaş olduğumuzu yazmıştım. İrtibatı üç dört sene boyunca kaybetmedik. Michael, diziden ayrılmıştı. Ama ATV dizinin Amerika’daki yayınını geriden takip ettiği için bizde hala ekrandaydı. Zaman zaman haberleşiyorduk. 1998 senesinde Michael, Türkiye’ye yeniden gelmek istediğini, Türkiye’de konser

vermesi için bir organizatör bulup bulamayacağımı sordu. Açıkçası, Türkiye’de bir soap opera oyuncusu olarak tanınıyordu, müzik kariyeriyle pek kimsenin ilgili olmadığı kanısındaydım. Ne yapabiliriz diye düşünürken aklıma bir fikir geldi. Pop müziğin ülkemizde zirve yaptığı, albümlerin yok sattığı, kliplere büyük paralar harcanan bir dönemdi. Sektörün lideri Raks şemsiyesi altındaki müzik yapım şirketlerinden Plaza Müzik’in sahibi Ömer Rıza Çam dostumdu. Aradım, buluştuk ve Michael’ın onun sanatçılarından biriyle bir düet çalışması fikrine sıcak bakıp bakmayacağını sordum. Michael’ın CD’lerini dinlediler. O sırada Pınar Aylin’in yeni bir CD’si çıkıyordu. Albümdeki şarkılardan birini Pınar ve Michael’ın İngilizce-Türkçe olarak söylemesine ve CD’nin yeni basımında bu versiyonun bonus track olarak eklenmesine karar verildi. Pınar’ın “Ay Işığında” adlı albümünü Michael’a gönderdik. O da dinledikten sonra hep beraber “Bekletme” adlı parça seçildi.


Michael ve eşi Janeen İstanbul’a geldiklerinde hazırlıkların hepsi tamamdı. Önce sözler üzerinde çalışıldı ve şarkının İngilizce "Don't Make Me Wait" versiyonu hazırlandı. Sonra stüdyoya girildi. Raks stüdyolarında masanın başında iki genç yetenek vardı; Aytekin Kurt ve Murat Uncuoğlu. Michael, onlarla çok iyi anlaştı. Bu iki gencin müzik bilgileri ve yaratıcılıklarından oldukça etkilendi. Pınar ile şarkıyı hem İngilizce hem de Türkçe okuyacaklardı. Michael kısa sürede Türkçe kısımları nasıl telaffuz edeceğini kavradı. Beklenenden çok daha hızlı bir biçimde şarkının kaydı tamamlandı. Ertesi gün Plaza Müzik ekibiyle birlikte klibin çekileceği Kapadokya’ya gitmek üzere soluğu Kayseri uçağında aldık. Procter & Gamble, Pringles markasıyla klibe sponsor olmuştu. Procter & Gamble pazarlama müdürü Ayşe Medran da ekibiyle kafileye katılmıştı. Klibin prodüksiyonunu Böcek Yapım yapacak, Ömer Faruk Sorak yönetecekti. Klip çekiminin en eğlenceli bölümü sabahın erken saatlerindeki balon uçuşu oldu. İki tane balon kiralanmıştı. Birine Ömer Faruk ve kamera ekibi yerleşti. Diğerine Michael, Pınar, Michael’ın eşi Janeen, Ömer Rıza, Ömer Rıza’nın yardımcısı Esra ve ben. Havalandık. Balonlar birbirlerine yakın bir mesafede uçuyordu. Ömer Faruk diğer balondan motor dediğinde, şarkıcılar dışındaki bizler görünmemek için sepetin içinde yere çöküyorduk. Müzik veriliyordu ve Michael ile Pınar dans ederek şarkıyı söylüyorlardı. “Kestik” sesi geldiğinde ayağa kalkıyor ve Ömer Faruk’un bir sonraki komutuna kadar hep beraber, Kapadokya’nın o muhteşem manzarasını havadan izlemenin keyfini çıkarıyorduk. Sanırım çekimler iki gün sürdü. Bu arada boş kalan zamanlarda da Kapadokya gezildi, güzel bir seyahat oldu. Programda bir günlüğüne İstanbul’a dönülecek, sonra da hep beraber Plaza Müzik'in davetlisi olarak Bodrum’a gidilecek ve birkaç gün tatil yapılacaktı. Türkbükü'ne gidildi. Türkbükü'nün henüz oldukça sakin olduğu zamanlardı. Ortalık magazin muhabiri kaynamıyordu, deniz tertemizdi. Bu arada Medyapım, Fatih Aksoy’un genel yönetmenliğinde Bodrum’da Cem Özer ile “Laf Lafı Açıyor”un yazlık bölümlerini çekiyordu. Michael ve Pınar’ı programa konuk olarak aldık ve yaptıkları düeti ilk kez ekranda beraber seslendirdiler.


Michael ve eşi Janeen ile bir yıl sonra bir proje daha gerçekleştirdik. Michael hala Türkiye’de popülerdi. Kanal D’ye kendisiyle bir televizyon filmi yapmayı önerdim. Faruk Bayhan, Osman Aysu’nun polisiye romanlarından birini uyarlayalım diyerek yazarın “Cellat” adlı eserini önerdi. Yapımcı olarak ilk kez bir drama gerçekleştirecektim. Osman Aysu ile buluşup telif haklarını aldım. Kuzinim Prof. Oya Başak’ın kızı Elâ Başak [3] birkaç yıl önce Amerika’da sinema okumuş ve mezun olmuştu. Oldukça güçlü bir kalemi vardı. Michael ile de çok iyi anlaşacağını düşünerek romanı senaryoya uyarlama işini ona önerdim. Yapım koordinatörü olarak bugün Orchestra Content’in sahibi olan Mine Şengöz’ü o zamanki soyadıyla Mine Öztürk’ü görevlendirdik. Mine’yle iyi bir kadro yaptık. Michael bir gazeteciyi canlandıracaktı, kadın oyuncu ise Harika Avcı’ydı. Kadroda Halit Ergenç, Bennu Yıldırımlar, Burak Sergen gibi ilerleyen yıllarda şöhretini arttıracak oyuncular, o dönemin popüler isimlerinden Savaş Karakaş, deneyimli oyuncu Mehmet Ulay, Cihat Şener ve Ragıp Yavuz vardı. Filmin en güzel taraflarından biri yılların usta yönetmeni Feyzi Tuna ile çalışma keyfiydi. Sohbetine doyum olmayan Feyzi Ağabey’in işine biraz fazla karıştığımı itiraf etmeliyim. Feyzi Ağabey,

Harika Avcı & Michael Damian

babamı da uzun yıllardan beri tanır, sever sayardı. Fatih ile de eskiden birlikte çalışmışlardı. Sanırım bu nedenlerden, ses çıkarmadı, bana sabır gösterdi. Yapım sürecinde magazin basınının oldukça ilgisini çeken, ilk yayınlandığında hiç de fena olmayan bir rating alan ama sonuçta sıradan sayılabilecek bir televizyon filmi çıktı ortaya. Bu filmle ilgili en ilginç anım, yazar Osman Aysu’yla yaşadıklarım oldu. Film bittiğinde henüz yayına girmeden, izlemesi için bir kasetini Osman Bey”e götürdüm. Ertesi gün aradı. Eşiyle izlediklerini çok beğendiğini, filmin çok güzel çekildiğini söyledi. Ancak aradan bir hafta kadar bir süre geçtikten sonra Osman Aysu beni bir kez daha aradı. Ya bir kere daha izledikten sonra fikrini değiştirmişti ya da başka birileriyle birlikte izlemişti ve onların etkisinde kalmıştı. Bu kez filmin romandan çok fazla koptuğundan şikayet ediyor, ortaya çıkan işten mutlu olmadığını belirtiyordu. Sanırım tipik bir durumdu. Eseri sinemaya uyarlanan bir çok yazarın yaşadığı memnuniyetsizliği Osman Aysu’ya yaşatmıştık.


[3] Şimdiki tam adıyla Elâ Başak Atakan daha sonra akademik çalışmalara yöneldi ve bugün Koç Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi'nde "Film Analizi", "Senaryo Yazarlığı", "Film Yapımına Yaratıcı Yaklaşımlar" dersleri vermektedir.



 

Bu dönemde Medyapım'ın televizyon alanında birbiri ardına ekrana getirdiği programlara az sonra değineceğim. Bundan önce benim için çok ilginç bir çalışmadan söz edeceğim. Bir gün Faruk Bayhan ve Arzuhan Yalçındağ ile görüşmek için Kanal D'ye çağrıldım. Faruk bey benim ismimi önermiş ve Doğan Grubu adına Amerika'da ve Batı Avrupa ülkelerinde devreye giren uydu aracılığıyla seyirciye ulaşan dijital platformlar hakkında bir rapor hazırlamam istendi. O günlerde ortak bir arkadaşım vasıtasıyla tanıştığım, Amerika'da uzun yıllar kalmış ve medya alanında deneyimleri olan Mete Büyükakpınar'ı aradım. Kendisine bu raporu beraber hazırlamayı önerdim ve kolları sıvadık. DirectTV, Dish TV, Canal Satellite ve şimdi aklıma gelmeyen bir çok dijital platformu araştırmaya başladık. Bütün mevcut kanalları bir buket şeklinde toplayıp bir arada uydu aracığıyla evlere ulaştıran bu yeni teknolojinin püf noktalarını, tüketiciye nasıl paketler sunulduğunu, nasıl fiyatlandırmalarla pazarlandığını , bu dijital platformların mevcut kanallar dışında müşterilerine başta film kanalları olmak üzere ne tür özel kanallar sunduklarını, spor yayınlarının bu yayıncılıktaki önemini ayrıntılarıyla bir rapor haline getirdik. Hazır olduğumuzda bunu Mehmet Ali ve Arzuhan Yalçındağ, Faruk Bayhan ve Doğan Medya Grubu'nun üst düzey yöneticilerine bir sunum yaparak anlattığımızı hatırlıyorum. Bilindiği üzere bu alanda önceliği Mehmet Emin Karamehmet Digiturk ile 2000 senesinde alacak, Doğan Grubu'nun kuracağı D-Smart ise altı yedi sene sonra yayın hayatına başlayacaktı.


Film Gibi

Millenium’a bir kala yukarıda sözünü ettiğim gibi Medyapım’da program sayımız artıyordu. Ekip olarak bir araya geldiğimiz her toplantıda başta Armağan Çağlayan olmak üzere hepimizin hayata geçirmek için yanıp tutuştuğu ve sık sık gündeme gelen bir proje vardı. Avrupa’nın format devi Hollandalı Endemol firmasının haklarına sahip olduğu “All You Need is Love”. Çeşitli nedenlerle ayrı düşmüş eş ve sevgililerin veya aile içi sorunlar yaşamış ve ayrılıklar yaşamış kişilerin başvurduğu programın ekibi ulaşılmak istenen kişileri buluyor ve onlarla görüşüyordu. Programın en heyecanlı bölümü kapıların açılıp beklenen kişinin gelip gelmeyeceğini gördüğümüz o final anıydı. Katılımcıların bazıları bekledikleri kişi kapıda göründüğünde büyük bir mutluluk yaşıyorlar, bazıları ise açılan kapının ardından kimse çıkmadığı için büyük bir hüsran yaşıyorlardı. Sanırım bu programın Türkiye’deki başarısında formatın içeriği kadar Fatih Aksoy’un yapmış olduğu sunucu seçimi de etkili oldu. Fatih ismini ilk önerdiğinde biraz yadırgadığımız Sinan Çetin, alışılagelmiş sunucu kalıplarının dışına çıkıyor ve samimiyeti seyirciye hemen yansıyan bir doğallıkta katılımcılarla sohbet ediyordu. Sinan ile sunucu olarak anlaştığımızda programın adı da ortaya çıkmıştı kendiliğinden : “Film Gibi”.


O dönemde hafızamda yer edinen iki programdan daha bahsedeceğim. Birincisi Kayra Şenocak ve Seray Sever tarafından sunulan “Şans Kapıyı Çalınca” adlı yarışma. Cannes’daki fuarlardan birinde Fatih Aksoy’un bir Japon firmasının standında dikkatini çeken formatın haklarını alarak yapmıştık. Yarışmaya ailecek başvuruluyor, ailenin bir ferdine, yanlış hatırlamıyorsam da genellikle bu ailenin babası oluyordu, bir hafta boyunca çalışacağı bir beceri oyunu veriliyordu. Aile bir hafta çalışırken, kendilerine verilen kamerayla bu çalışmaları kayda alıyor sonra da stüdyoda bu beceri oyununu başarmaya çalışıyorlardı. Yarışma büyük ilgi gördü. Övgü kadar eleştiri de aldığımızı hatırlıyorum. Eleştiriler dar gelirli ailelerin bu beceri oyunlarını başarabilmek için çırpınması ve sonucun olumsuz olduğu anlarda yaşadıkları hayal kırıklığı nedeniyle geliyordu.


Aynı dönemde Türkiye’nin ilk pay TV kanalı Cine5’in sahibi Erol Aksoy kanalda filmlerin yanında bazı yapımlara yer vermek istiyor ve Fransa’da gördüğü bir programın benzerini hayata geçirmek istiyordu. Bu iş de elbette sektörün parlayan yıldızı Medyapım’a geliyordu. Fatih Altaylı ve Tuluhan Tekelioğlu ile başlayan program ileride başka sunucularla da devam edecek gayet uzun ömürlü olacaktı. Gündemdeki ilginç olayları ve kişileri, sanat, kültür spor etkinliklerini ekrana getirmeyi amaçlayan programın özelliği açık kanallarda olmayan bir içerik sunması olmalıydı, Cine5’in para ödeyerek izleyen seyircisini yakalayabilmeliydi. Bu bakış açısıyla da programa “Başka Yerde Yok” adı kondu.


Tuluhan Tekelioğlu & Fatih Altaylı

Artan program sayısıyla Medyapım giderek büyüyor endüstrinin lider yapım şirketi haline geliyordu. Ve ileride anlatacağım bir çok unutulmaz yapım henüz sahne almamıştı.

77 views0 comments

Comments


bottom of page