top of page
Search
Writer's picturememokaraca

ONK’un kuruluş, benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarım….

Updated: Aug 19


Bir önceki yazımda anlattığım gibi babam Osman N. Karaca çeşitli yabancı ajans ve yayınevlerinin temsilciliğini arkadaşı Enver Esenkova’dan alıp o zamanki adıyla Copyright Ajansı’nı kurduğunda yanılmıyorsam ajansın resmi adresi Cağaloğlu’nda Türk Ocağı Caddesi’nde. Daha sonra 25 yıla yakın bir süre çalışacağı İstanbul Valiliği’nin hemen yanındaki Ankara Caddesi 40 numaradaki iş hanına geçiyor. Bina, Görsel Yayınlar’ın sahiplerine aitti ve sonradan Görsel Han adını vermişlerdi. Ben de 1985 yılında burada iş hayatıma başladım. Ancak o binaya çok önceleri gidip geliyordum elbette. İlkokul yıllarımda herkesin yarım gün mesai yaptığı cumartesi günleri onunla birlikte yazıhaneye [1] giderdim. Herhalde okulun tatil olduğu zamanlar olsa gerek çünkü ben ilkokuldayken cumartesi günleri yarım gün okul vardı. Alman Lisesi’ne başladıktan bir iki sene sonra okullarda ve resmi kuruluşlarda hafta sonu tatili iki güne çıktı diye hatırlıyorum. Çocukken babamla yazıhaneye gittiğimde elbette orada tanık olduğum her şey bana ilginç gelirdi ama benim her ziyaretimin asla değişmeyen iki ritüeli vardı. Birincisi babam işlerini bitirdiğinde benim ısrarımla mutlaka matbaanın bodrum katında makinelerin olduğu bölümüne uğrardık ve baskı makinelerinin tıkır tıkır çalışmasını büyük bir ilgiyle izlerdim. Sonra da babamla Sirkeci’ye doğru inerken sol taraftaki İstanbul Lokantası’na giderdik ve öğle yemeği yerdik. Benim menüm değişmezdi: ızgara köfte pilav.


Babam Turgay Şeren ile birlikte

Madem ki çocukluk yıllarına gittik ve matbaadan bahsettik, değinmeden geçmeyeyim. Daha 5-6 yaşlarında futbola merak sarmıştım, okumayı çikletten çıkan futbolcu resimlerinin altındaki isim, yaş, oynadığı mevki gibi bilgileri kendi kendime okuyarak sökmüştüm. 1967 yılında futbolu bırakan efsane kaleci Turgay Şeren ve bir yıl sonra jübile yapan taçsız kral Metin Oktay’ın jübile kitapları babamın matbaasında hazırlanıp basılmıştı. Onlar da profesyonel futbolculardı ama kazançları sanırım bugünkülerle asla kıyaslanamayacak kadar mütevazı idi. Şöhretli futbolcular kariyerlerini noktalarken mutlaka onlara bir jübile yapılır, jübile davetiyeleri özel bir fiyattan satılır, jübile için özel kitaplar hazırlanır ve kitabın içine çeşitli firmalardan reklam toparlanırdı. Bu yollarla futbolcular bir tür emeklilik fonu oluşturmaya çalışırlardı. Benim için o küçücük yaşımda bu efsane futbolcuları tanımış olmak tabii çok heyecan verici bir durumdu.


[1] Benim çocukluğumda ofis veya büro gibi kelimelerin kullanıldığını hatırlamıyorum. Babamın çalışmaya gittiği yer konuşmalarda hep yazıhane olarak geçerdi.


 

Dönelim ONK’un ilk kuruluş yıllarına. Ajansın 50. kuruluş yıldönümü nedeniyle hazırladığımız kitapçıkta babam ilk yıllarla ilgili şunları anlatmıştı: “Uzun bir süre vahşi batı yasaları hüküm sürdü. Yayınevleri o tarihlerde istedikleri kitabı hiçbir telif hakkı ödemeden yayımlayabiliyordu. Yaşadığımız bir olayı aktarırsam o günleri daha iyi anlatmış olurum; yayınevlerinden biri, hakları ajansımıza bağlı bir yazarın kitabını izin almadan yayımlamıştı. Telefonla aradık yayıncıyı ve kendisine ‘şu kitabı basmışsınız,’ dedik. ‘Evet,’ dedi. Biz de ‘Kitabı nereden aldınız?’ diye sorduk. Bu sorumuzla, ‘Bu kitabın yayım hakkını kimden aldınız?’ demek istemiştik. Aldığımız yanıt ilginçti: ‘Kitapçıdan para verip satın aldık.’ Evet, o günlerde bir kitabı çevirip basmak için kitapçıdan satın almak yeterli idi.”


Yayınevleri başlangıçta ONK’un varlığından pek mutlu olmamışlar. Yayıncılık dünyamızda telif haklarının yavaş yavaş yerleşen bir kavram olmasını yasalara uyma çabası ve saygıdan daha çok yayınevlerinin arasındaki rekabet gerçekleştirmiş. Önüne gelenin istediğini yayımladığı bir ortamda aynı kitaplar korsan yayın gibi birden fazla yayınevi tarafından aynı anda basılınca herkes zarara uğradığından, çareyi telif haklarını alıp yasalar çerçevesinde o eserin tek yayıncısı olmakta bulmuşlar.


Babam tiyatro alanında ise telif hakları kavramının benimsenmesinde herhangi bir sorun yaşanmadığını söylerdi : “Genelde tiyatrolar Londra, Paris, New York sahnelerinde oynanan yeni oyunlarla ilgilendiklerinden ve bu oyunların kitap halinde satılan örnekleri piyasada olmadığından oyunun metninin temin edilmesi bize başvurmaktan geçiyordu.”


Hergé ve babam Osman N. Karaca

Bir süre önce sosyal medyada paylaştığım babamın çok ilginç bir anısını aktarayım. Babam Tenten’in yaratıcısı Hergé’nin [2] temsilcisi. Belçika’ya gidip kendisiyle tanışıp temsilciliğini aldığı için bir dostlukları da var. O yıllarda Tenten albümleri Türkiye’de Burhan Yayınevi tarafından izinsiz yayımlanıyor. Hergé babamdan bu yayımları durdurmasını istiyor. Bunun üzerine ajans olarak dava açmaya karar veriyorlar. Ancak hakimler de konuyu iyi bilmiyor o dönem. Ajansın avukatı izinsiz yayımları durdurmak ve kitapları toplatmak için önce tedbir davası açmayı öneriyor ve mahkemeye bir adet orijinal albüm, bir de Burhan Yayınevi’nin bastığı korsan albümü sunuyorlar. Kazanacaklarından son derece eminler. Ancak davayı kaybediyorlar. Hakimin gerekçesi ise çok ilginç: “Burhan Yayınevi'nin izinsiz bastığı kitap siyah beyaz, oysa sizinki renkli. Bu küçük boyda, oysa sizinki büyük boy. Ayrıca bunun adı Tenten, sizinki ise Tintin.”


Tintin’in Fransızcada Tenten diye okunduğunu bir türlü anlatamıyorlar. Korsanlık bununla da kalsa iyi. Hergé o güne kadar 19 adet albüm yapmış. Oysa Türkiye’de 20 tane Tenten albümü basılmış. Yirminci albümü satın alıp Hergé’ye gönderiyorlar. Hergé albümü inceledikten sonra şunları söylüyor : “Osman, inanmayacaksın ama bu albümdeki bütün çizimler bana ait.” Anlaşılıyor , yayınevi bir senaryo uydurup, diğer 19 albümde yer alan resimlerden yararlanarak yepyeni bir Tenten yaratmış. Hergé bunu anladığında bu kurnazlığa hem çok şaşırmış hem de deyim yerindeyse hayran kalmış.


[2] Belçikalı çizer Georges Prosper Remi, Hergé adıyla tanınırdı.



 

Telif hakları konusunda bir ilginç örnek de bugün birçok kimsenin bildiği Kemal Tahir tarafından yazılan Mike Hammer romanlarıdır. Babam, Kemal Tahir’in hiç gitmediği New York şehrinin haritasını önüne açıp Mike Hammer’ın olayları çözerken takip ettiği güzergâhı cadde ve sokak isimleriyle yazdığını anlatırdı. Sanırım orijinal Mike Hammer romanları yayımlanıp bittiğinde Türk yayıncı bu şahane fikri bulup yenilerini yazdırma yolunu seçmiş. Kemal Tahir de para kazanma amacıyla bunu kabul etmiş. İlginç olan şu ki ONK’a bağlanan ilk yerli yazar da daha önce yazdığım gibi Kemal Tahir’dir.


Copyright Ajansı 15 Ocak 1960’tan başlayarak her ay temsil ettikleri yayınevlerinin listesini bir bülten olarak yayımlamaya başlamış ve 1963’e dek sadece yabancı yazarları temsil etmiş. Kemal Tahir ve Orhan Kemal’den sonra bazı çevirmenler ve sonra oyun yazarı olarak Refik Erduran ve Bekir Büyükarkın ajans ile sözleşme yapmış. Nisan 1969’da ise Türk Tiyatro Yazarları Derneği ile imzalanan bir protokolle dernek üyeleri, başta Dernek Başkanı Cevat Fehmi Başkut olmak üzere Adalet Ağaoğlu, Aydın Arıt, Çetin Altan, Orhan Asena, Recep Bilginer, Necati Cumalı, Güngör Dilmen, Rıfat Ilgaz ajans bağlanmışlar.


Zaman içinde sadece yazarlar değil, Turhan Selçuk, Mengü Ertel, Feridun Oral gibi çizerler, Yalçın Tura, Timur Selçuk, Cem İdiz, Joel Simon gibi besteciler de ajansla çalışmışlar. Halen de ya bazılarının kendileri ya da varisleri bizimle çalışmaya devam etmekteler.


Tabii işin yazarlar tarafında da bir ajansla çalışma pratiği de hemen yerli yerine oturamamış. Türk Edebiyatı’nın efsane isimlerinden bazıları kimi zaman ajansın kapısından içeri kabahat işlemiş gibi girerlermiş; çünkü parasız kalırlarmış ve romanlarından birini ajansa ve babama danışmadan birilerine satıverirlermiş. “Ne yapalım, yine parasız kalmış, işlerin kuralına uygun yürütülmesini bekleyecek sabrı yokmuş” deyip geçmekten başka çare kalmazmış.


Daha önce belirttiğim gibi ben üniversiteyi bitirip 1985 yılında ajansta çalışmaya başladım. Biraz 1985’e kadar olan çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan söz etmek istiyorum. Babamın Galatasaray camiasının bilinen isimlerinden biri olması nedeniyle hep şu soruyla karşılaşırım: “Niye Galatasaray Lisesi değil de Alman Lisesine gittin?” Aslında o yıllardaki tüm özel okulların sınavlarına girmiştim. Hepsini de kazanmıştım. Galatasaray Lisesi’nin sınavları iki aşamalıydı. Onun da ilk aşamasını geçmiştim. Babamın mektepten sınıf arkadaşları arasında Galatasaray’ın o yıllarda eski eğitim kalitesini pek tutturamadığı, Fransa'dan genç ve deneyimsiz öğretmenlerin geldiği şeklinde bazı konuşmaları hatırlıyorum. Bu nedenle olsa gerek babam kendi okuluna gitmem konusunda pek ısrar etmedi ama sanki yine de biraz içi burkulmuştu. Robert Kolej ve Alman Lisesi arasında kalmıştık. Okul ücretleri arasında büyük bir fark vardı ve Robert Kolej sanırım ekonomik olarak bizimkileri zorlayacaktı. Babamın telefonlar ederek bu okullarda okumuş akraba ve tanıdıklarımızla telefonda konuştuğunu hatırlıyorum. Örneğin ajans tarafından temsil edilen Alman Lisesi mezunu çevirmen Hale Kuntay ile konuşulduğunu hatırlıyorum. Sonunda hem Almanca hem de İngilizce öğrenirim diye Alman Lisesine karar verildi. Doğrusu Alman Lisesi’nde öğrendiğim İngilizce’yi en ufak bir takviyeye gerek kalmadan iş hayatında kullanmaya başladım ve hiç sıkıntı çekmedim. Fakat ne yazık ki, sinema televizyon endüstrisi Amerika tarafından domine edildiği için İngilizcem hep canlı kalıp gelişirken Almancam yıllar içinde pratik eksikliğinden köreldikçe köreldi.


Alman Lisesi

Alman Lisesi’nde aldığım eğitim, iş hayatımda çok işime yaradı. Disiplin, organizasyon ve planlama yapabilme yeteneklerimi burada edindim. En önemlisi de Almanlar analitik düşünmeyi ruhumuza işlediler o çocukluk yıllarımızda. Kimya dersinde bile düşünce sorusu sorarlardı. Bazı sınavlarda kitabı bile açmana izin verirlerdi; çünkü ezberleyip de sınav kâğıdına yazabileceğin bir şey sormazlardı. Alman Lisesi’ni bitirdim; ama çok zorlandım. Bu arada Galatasaray alt yapı takımlarında basketbol oynadım. Çok iyi bir basketbolcu değildim; çünkü çok zayıftım. Fiziksel olarak uzun boylu ve uzun bacaklı biriydim, ümit vadediyordum; ancak çok çalışmama rağmen hiçbir zaman kollarımı güçlendiremedim. Sevgili coach Koray Mincinozlu bana “zargana balığı gibisin” derdi. Onbirinci sınıfta Galatasaray yıldız takımıyla Nisan ayında Türkiye Şampiyonası’na gittik. Tam sınav haftasına denk gelmişti. Okul yönetiminin bu tür durumlarda hiçbir anlayış göstermesi söz konusu değildi. Bu durumu bildiğim için rapor almıştım. Sonradan Galatasaray Başkanı olan Prof. Dr. Ali Tanrıyar Taksim İlk Yardım Hastanesi başhekimiydi. Kulüpten beni ona gönderdiler, o da bir rapor yazıp verdi. Ancak işe yaramadı, ertesi hafta okula döndüğümde Alman hocalar ilk gün sınav kağıtlarını önüme koydular. Tabii hiç çalışmamıştım, hastaydım çalışamadım raporum var dediğimde de omuzlarını silkip çalışsaydın dediler. Sıfır çektim ve üç dersten sınıfta kaldım. O zaman çok üzülmüştüm. Bizim okul 12 seneydi, normal Türk liselerinde ise o zaman 11.sınıftan sonra mezun olunuyordu. Anneme babama beni bir Türk lisesine verin orada bitireyim dediğimi hatırlıyorum. Kabul etmediler. Ve kaderin bir cilvesi olsa gerek bugün en yakın dostlarım son iki seneyi okuduğum sınıftaki arkadaşlarım oldu.


Lisenin son yıllarında da zaman zaman babamın Babıali’deki ofisine gittiğimi hatırlıyorum. Örneğin herhalde 12.sınıftayken bugün Medica Tıp Merkezi’nin değerli doktoru olan sınıf arkadaşım Haşmet Pamuk ile bazan ders notlarının fotokopisini çektirmek için, bazan kitap ya da kırtasiye malzemeleri almak için Babıali’ye giderdik. Mutlaka ajansa babama uğrardık elbette. Ajans bir İtalyan yayın grubunun temsilcisiydi. Grubun bir müzik ve gençlik dergisi vardı Boy Music diye. İtalyan yayıncılar düzenli olarak her sayıyı gönderirdiler. İtalyanca bilmiyoruz ama Haşmet ile kuşe kağıda pırıl pırıl basılmış dergide sevdiğimiz rock gruplarının veya reggae sanatçılarının resimleri çıkar belki diye heyecanla bakardık yeni gelen sayılara. İçinden çıkan posterleri alıp duvara asardık. Galatasaray’ın merhum başkanı Prof. Dr. Duygun Yarsuvat’ın oğlu Ömür Yarsuvat da son iki sene sınıf arkadaşımdı; kardeşleri İtalyan Lisesi’nde okuyordu. Boy Music’i çıkaran İtalyan yayın grubunın bir de çocuk dergisi gelirdi ajansa: Corriere dei Piccoli… Ömür’ün kardeşi Emre, bu dergiye bayılırdı; onlara her gidişimde “r”leri de söyleyemediğinden “Mehmet abi, yeni Covvieve dei piccoli geldi mi?” diye sorardı. Yeni sayı geldikçe götürürdüm, çok sevinirdi. Yanılmıyorsam ondan sonra İtalyan Lisesi’ne giren kardeşi Elif de okudu o birikmiş dergileri.


Alman Lisesi zor bir okuldu ve çok çalışkan olmayanlar benim gibi tökezleye tökezleye okuyordu. 12’nci sınıfı bitirdikten sonra artık üniversite sınavlarına hiç çalışacak takatim kalmamıştı. Tüm fen derslerini Almanca gördüğümüz için sınava hazırlanırken hepsinin Türkçelerini öğrenmek gerekiyordu. Okul yılının başlangıcında bir heves son sınıftaki herkes gibi ben de bu amaçla kursa gitmeye başladım. Ama çok sıkılmıştım ve üniversite sınavına neredeyse hiç özel bir çalışma yapmadım. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni kazandım. Çok rahat okudum ve fakülteyi yüksek notlarla bitirdim. İşletme Fakültesi’nin ilk iki yılını Beyazıt’taki ana kampüste okudum, okul daha sonra Rumeli Hisarüstü’ne taşındı. Beyazıt’ta okurken Kapalıçarşı’nın içinden geçip ajansa gidiyor babamı ziyaret ediyordum .


1983 yılında Paris'te...

1983 yılında üniversitedeyken ilk kez babamın bir iş gezisinde ona eşlik ettim. Önce Frankfurt Kitap Fuarı'na gittik beraber. Elbette benim için çok etkileyiciydi. Ancak gezinin unutulmaz anısı bir sonraki durakta Paris'teydi. Frankfurt'tan Paris'e geçip otele yerleştikten sonra babamın kadim dostu, eski çalışma arkadaşı Sipa Press'in sahibi Gökşin Sipahioğlu ile buluştuk. Gökşin bizi o dönemin Champs-Élysée'deki en trendy restoranlarından birinde akşam yemeğine götürdü. Kapıdan içeri girdiğimizde şaşkınlıktan dilimi yutacaktım çünkü Rolling Stones'un gitaristi Ron Wood restoranın ortasında elinde bir tepsi bir masaya servis yapıyordu. Masada oturanlar da Keith Richards ve arkadaşlarıydı. Ne yazık ki Mick Jagger o akşam onlarla beraber değildi. Gökşin Sipahioğlu bir gazeteci refleksiyle Ron Wood ile hemen sohbet başlatınca hep beraber bara oturduk. Barda ben, babam, Gökşin ve Ron Wood yan yana oturup sohbet ettik.. 21 yaşındaki Mehmet'in heyecanını sözcüklerle ifade etmeme pek gerek yok sanırım.


1985 yılının haziran ayında üniversite dördüncü sınıfı tamamladım. Tek bir ders kalmıştı vermem gereken : İş Hukuku. Onun sınavını da 1986 yılının Şubat ayında verip mezun oldum ama 1985 yazında babamla birlikte çalışmaya başladık. Aslında babamla mı çalışmalıyım yoksa bambaşka bir iş kolunda bir gelecek mi aramalıyım kafam karışıktı ama sanırım bir süre ajansın çalışma alanı benim ne kadar ilgimi çekiyor yaşayarak görmek istedim. Bundan sonrasını bir sonraki bölümde anlatırım.


349 views1 comment

Recent Posts

See All

1 commentaire


Sedat Örsel
Sedat Örsel
17 août

Çok güzel bir iş yapıyorsun Sevgili Mehmet...Osman Âbi gurur duyardı...

J'aime
bottom of page